İzmir Kadın Platformu: “Gerici cinsiyetçi-Eğitime hayır. Laik bilimsel karma eğitim için kız okullarına izin vermeyeceğiz!

İzmir Kadın Platformu, Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde “Gerici cinsiyetçi-Eğitime hayır. Laik bilimsel karma eğitim için kız okullarına izin vermeyeceğiz” pankartı açarak açıklama yaptı. Açıklama sırasında kadınlar “Karanliğa teslim olmayacağiz”, “Susmuyoruz, korkmuyoruz itaat etmiyoruz”, “Kadın yasam özgürlük/ Jin jiyan azadi.”, “Akp elini çocuklardan çek”, “Akp elini kadınlardan çek”, “Cinsiyetçi eğitim istemiyoruz”, “Bilimsel laik anadilde eğitim”, “Bilimsel laik demokratik eğitim” sloganları atıldı.

Açıklama şöyle:

“22 yıllık AKP iktidarı, ideoljik ve siyasal hedefine uygun eğitim sistemi oluşturmak için eşitsiz, dinci, tekçi, cinsiyetçi eğitim politikalarına hergün bir yenisini ekliyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, kız çocuklarının eğitime erişememelerinin sebebini siyasi iktidarın üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmemesine değil, velilerin çocuklarını erkeklerle aynı okula göndermek istememeleri şeklinde bir kılıf uydurarak, “Gerekirse kız okullarını da açabilmeliyiz.” diyerek karma eğitimi hedef almıştır. Bakan Tekin’e ortaklaşmalarını “dindar nesil ve muhafazakar toplum oluştuma” temelinde kuran siyasi ittifak temsilcileri Hüda Par Gaziantep Milletvekili Şahzede Demir’den “Kimse çocuklarını karma eğitim veren kurumlara göndermeye zorlamasın. Kız okulları da olsun erkek okullarıda” ve BBP Genel başkanı Mustafa Destici’den “ Gerekirse kadın üniversiteleri ve kadın hastaneleri de açılsın” açıklamaları ile destek geldi. Eğitimin laik, bilimsel ve demokratik ilkeler çerçevesinde yürütülmesi yerine, pedagojiden tamamen uzak ideolojik bakış açısıyla , AKP iktidarının “dindar nesil yetiştirme” hedefi ile bire bir uyumlu açıklamalar yapmaları bizler açısından şaşırtıcı değildir. MEB verilerine göre okula gitmeyen ve açık orta okul ve açık liselerde okuyan 1.5 milyon kız öğrencinin akibetini bilmiyoruz. Milli Eğitim Bakanı bunları tespit ederek kız öğrencileri örgün eğitime kazandırmak yerine hiçbir bilimsel veriye dayanmadan yaptığı açıklamalarla asıl sorumluluklarından kaçınmaktadır.

Siyasi iktidarın seçimden önce kurduğu gerici ittifaklarla toplumu siyasal İslam temelinde yeniden inşa etme politikası, seçimden hemen sonra Milli Eğitim Bakanı tarafından uygulanmaya konmak istenmektedir. Bunun için eğitimde yaşanan muhafazakarlaşma uygulamalarına hergün bir yenisini ekliyor. Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı arasında imzalanan “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum(ÇEDES) projesi kapsamında manevi danışman olarak görevlendirilen Kur’an kursu hocaları, imam ve din hizmetleri uzmanı, okullardaki öğrencilere değerler eğitimi vermesi için imzalanan protokol de bunlardan bir tanesidir. Milli Eğitim Bakanı, eşitliği, laikliği ve demokrasiyi hedef alırken Anayasayı ve uygulamakla yükümlü olduğu mevzuatı yok saymakta, eşitlik ilkesini çiğnemektedir.

Kendi dünya görüşüne göre toplumu dönüştürmek isteyenler, amaçlarına eğitim sistemini değiştirmekle ulaşabileceklerini çok iyi bilmektedir. Haliyle siyasi iktidar ve Milli Eğitim Bakanı, harem selamlık bir eğitim sistemini topluma dayatarak tek tip toplum yaratma arzusunu yaşama geçirmeye çalışmaktadır.

Belirtmek isteriz ki bu açıkça anayasal bir suçtur! Ebeveyn haklarını kendi amaçları için kutsarken çocuk haklarını bir kenara itebilme cüretini kendilerinde görebilenlerin karma eğitim düşmanlığı yeni değildir. Yandaş sendikalarıyla, ittifak içerisinde oldukları dini tarikat ve cemaatlerle önce çocuklarımız, sonrasında da toplumsal yaşamın her alanı dinselleştirme politikalarının hedefindedir.

Çocukların üstün yararını gözetmeyen laiklikle ve bilimsel eğitimle örtüşmeyen bu politikalar aynı zamanda kadın mücadelesine saldırıdır. İstismara, şiddete, cezasızlık politikalarına çözüm üretmeyen iktidar, bu saldırıları daha da derinleştiren, çocukları ciddi risklerle karşı karşıya getiren, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini arttıran, kadınları kamusal alanlardan uzaklaştıran ve ev içine hapseden uygulamalarla karşı karşıyayız. Artık çok iyi biliyoruz ki AKP-MHP merkezli ittifak, her türlü sömürüyü, yoksullaştırmayı, zulmü, eşitsizliği, ayrımcılığı ve baskıyı dinselleştirme politikalarıyla harmanlamaktadır. Liseleri cinsiyetçi kodlarla kız erkek olarak ayırma girişimi, kadın üniversiteleri ve şimdi kız okulları ile kamusal alanın tamamen cinsiyete dayalı olarak yeniden inşa edilmeye çalışıldığının farkındayız.

Kadınlar olarak laikliği, demokrasiyi, cinsiyet eşitliği ve özgürlüğü hedef alan, haklarımızı yok sayan, eşitsizliği derinleştirmek isteyenlerin karşısında, bulunduğumuz her alanda direneceğimizi belirtmek istiyoruz. Karma eğitimi kaldırmak isteyenlerin cüretini örgütlü mücadelemizle alaşağı edeceğiz! Kız çocuklarının evlere, ailelere, anneliğe sıkıştırılmasına izin vermeyeceğiz. Kadınları kamusal alanlardan dışlamaya çalışan gericiliğe inat okullardayız, sokaklardayız, buradayız.

izmir Kadın Platformu”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri: Bütçe hakkımız için yoksulluk ve yolsuzluk düzenine karşı tüm emekçileri, köylüleri, üretenleri, kent ve kırın yoksullarını sendikaları ve emek ve demokrasi güçlerini birlikte direnmeye mücadeleye çağırıyoruz.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri siyasi iktidarın zam ve vergi politikalarına karşı işçi sınıfını, kent ve kırın emekçilerini, yoksullarını, tüm sendikaları daha iyi bir hayat için direnmeye çağırdı. Türkan saylan Kültür merkezi önünde toplanan siyasi parti, kitle örgütü ve sendika temsilcileri, yurttaşlar “Zamlar vergiler geri alınsın. Krizi AKP yarattı. AKP ödeyecek” pankartı arkasında toplandı. Açıklama sırasında katılımcılar, “Genel grev, genel direnis”, “Kurtulus yok tek basina, ya hep beraber ya hicbirimiz”, “Saraya değil emekçiye bütçe”, “Saraya değil halka bütçe”, “İnsanca bir yasam istiyoruz” sloganlarını attı.

Açıklamayı, Dİsk Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı ve KESK Dönem Sözcüsü Mustafa Güven okudu.

Açıklama şöyle;

“SEÇİM VAATLERİ YALAN YOKSULLUK GERÇEK ARTIK GEÇİNEMİYORUZ. HALK BATIYOR, ÜLKE BATIYOR!
Siyasal iktidar seçimden önce verdiği sözleri yerine getirmemek için her türlü hileye başvurmakta üstelik söz konusu hileler ile alabildiğine sınırladığı maliyeti de başta KDV ve MTV olmak üzere vergilerin, harçların fahiş oranlarda artırılması yolu ile seçim vaatlerinin yükünü işçi emekçi yoksul halka yıkmaktadır.

Seçim ekonomisi meyvelerini hemen verdi ! Artık Batıyoruz !

Memur ve emekliye vaat edilen zamlar kök maaş uygulaması ve TUİK’in sahte enflasyon rakamları ile yok edilirken, akaryakıta gelen ÖTV zamları ile çiftçi batma noktasına geldi. Kemalpaşa köylüsü para etmeyen kirazını dökmek zorunda kalırken, nakliyeci kamyoncular kontak kapatıyor, küçük esnaf ağır vergiler, kredi borçları ve artan zorunlu giderler nedeniyle hızla batıyor. Gerçek işsizlik katlanarak büyümeye devam ediyor.
Emekliye yapılan % 25 zam kök maaşa getirilerek milyonlarca emekli açlığa mahkum ediliyor.
İşçi ve memurlara yapılan sözde zamlar zaten % 20 lik Gelir Vergisi dilimi nedeniyle daha cebine girmeden uçup gitmiştir. Ülke toplam çalışanların % 80 i asgari ücret seviyesine düşürülürken, asgari ücret ise artık açlık sınırı olmuştur. Emekçiler ev kirası, kreş zorunlu giderlerini karşılayamaz hale gelmiş, işçisi emekçisi, çiftçisi esnafı kredi ve kredi kartı borçları ile bankaların rehini durumuna düşmüştür.
Asgari ücret temel tüketim maddelerine yapılan zamlar, vergi dilimi ve ek bütçe karşısında çoktan açlık sınırının altına düşmüş durumdadır.
Seçimden önce faiz haramdır diyenler bugün faizleri yükseltmek zorunda kalmış, ancak dövizin yükselişini ne faiz politikası ne de ilave vergiler durduramamıştır. Çünkü bizden alınan vergiler sermayeye yandaşlara peşkeş çekilmeye devam ediliyor. Dolar ve altın bugün de rekor kırmaya devam etmektedir. Yoksul halka ağır vergiler dayatılırken, bu arada Cumhurbaşkanı yandaş firmaları ile arap ülkelerinde para arayışına devam ediyor, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’a TOGG hediye ediyor. Peki bu paralar ülkeye karşılıksız mı geliyor? Hayır. Bu ülkenin limanları, demiryolları, yer altı ve yer üstü kaynakları, tarım arazileri uluslararası tekellere yok pahasına satılıyor. Cumhuriyetin kazanımları, ülkenin kaynakları yağma ediliyor. Ülke satılıyor!

EK BÜTÇE HUKUKSUZDUR,

Bunlar yetmiyormuş gibi hükümet resmen haraç düzenine geçmiştir. 2023 Yılında sermayeye 1 Triyon TL Vergi indirimi yapan sermaye sever AKP iktidarı, 2023 bütçesinin üçte birine denk gelen 1,1 Trilyon TL lik ek bütçeyi; KDV, Gelir Vergisi, ÖTV, MTV gibi vergilerle halkın omzuna yüklemiştir.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek nasıl bir halk düşmanı olduğu bir kez daha göstermiştir. Akaryakıta gelen ÖTV zamları çiftçiyi, nakliyatçıyı iflas ettirirken, kamyoncular kontak kapatıp, çiftçi para etmeyen ürününü dökmek zorunda kalırken bakınız Mehmet Şimşek 16 Temmuz daki açıklamasında ne diyor: “ yapılan artış ile depremin yol açtığı maliyetlerin bütçe üzerindeki etkisini azaltmak…” ayrıca utanmadan akaryakıtta artışa rağmen halen Avrupa’nın en ucuz 4. Ülkesiyiz diyor. OECD ye göre de üye olan 37 Ülke arasında gelir dağılımı adaletsizliğinin olduğu 4. Ülkeyiz. Türkiye’de en yoksul % 20’lik kesim toplam gelirden yani bu zorla topladığınız dolaylı vergilerden ancak % 5,9 nu alabiliyor. Ama Türkiye’de en zengin kesimin % 20’lik kesimin toplam gelirin yüzde 47,5 unu alıyor. (Kaynak TUİK)
O zaman soruyoruz 23 Yıldır halktan zorunlu kesilen 90 Milyar TL Deprem Vergisini ne yaptınız? Yine deprem bölgesi için Türkiye Tek Yürek adlı ortak yayında toplanan 115 milyar lirayı aşkın bağış nerede? Tekerleme gibi …Yandı bitti kül oldu gitti.

Ödediğimiz Vergileri Bir daha Ödememiz İsteniyor

KDV oranlarının yükseltilmesi, MTV’nin iki katına çıkarılması, Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi’nin (BSMV) 5 puan artırılarak %15’e çıkarılması, yurt dışından getirilen telefon harcının %228 artış ile 6,091 TL’den 20 bin TL’ye çıkarılması gibi tek taraflı vergi salma politikaları ile yine emekçiler ve halka yıkılmaktadır. Emeği ile geçinen tüm kesimlerin yükü dolaylı vergilerde (KDV, ÖTV) ve Gelir Vergisinde yapılan fahiş artışlarla daha da artırılmakta, kaşıkla verilen kepçe ile geri alınmaktadır.

Geçmediğimiz otobanların, gitmediğimiz havalimanlarının parasını ödediğimiz gibi ikinci kez MTV ödememiz, zorunlu tüketim malzemelerinde artan ÖTV ile fakiri daha fakir zengini daha zengin yapan bir vergi düzenlemesini kabul etmemizi istiyorlar. Bu Anayasa’ya aykırı yurttaşın bütçe hakkını yok sayan ek bütçeyi tanımıyoruz. Derhal temel tüketim maddelerine akaryakıta, doğalgaza yapılan ÖTV zamları geri alınsın.. Seçim vaatlerinin ve ekonomik krizin bedelini onu yaratanlar ödesin. AKP ödesin.

2023 Bütçesinin ek bütçe ile beraber yaklaşık % 85 i Gelir Vergisi ve dolaylı vergilerle bizden yoksul halktan alınıyor. Bizler bu ülkenin üretenleri işçiler emekçiler olarak bu ekonomik zulüme son vermek için bütçe hakkımızı istiyoruz. Bu anlamda

EKONOMİK ZULÜME SON VERMEK İÇİN;

•Dolaylı Vergiler(KDV, ÖTV) ve Gelir Vergisinde yapılan fahiş artışlar başta akaryakıt, doğalgaz olmak üzere zamlar acilen geri alınmalıdır.
•Deprem Vergisi ve toplanan yardımlar Depremzedelere eşit adil bir şekilde ulaştırılmalıdır.
•Vergi alınacaksa bu yıl için 1 trilyon Vergi indirimi yapılan sermaye kesimine servet vergisi getirilmelidir.
•Gelir Vergisi % 10 a düşürülerek sabitlenmelidir.
•Tüm emekçilere yoksulluk sınırını aşan bir temel ücret verilmelidir
•Kök maaş uygulaması derhal kaldırılmalıdır. Seyyanen, ilave vb. hangi ad adı altında olursa olsun tüm ek ödemelerin taban maaşa eklenmelidir.
•İnsan onuruna yakışır bir emeklilik için en düşük emekli maaşı asgari ücret seviyesine çıkarılmalıdır.
•Küçük esnafın kredi borçları silinmeli, iklim krizi nedeniyle çiftçinin yaşadığı zararı karşılanmalıdır.
•Bu Anayasa’ya aykırı TBMM’nde bütçe hukukuna göre düzenlenmeyen hukuksuz ek bütçe derhal geri çekilmelidir.
•Tüm halk kesimlerinin karar alma sürecine katıldığı halk için bütçe oluşturulmalıdır. Acilen adil bir vergi düzenine geçilmelidir. Çok kazanandan çok az kazanandan az kazanandan az vergi alınmalıdır.

Bütçe hakkımız için yoksulluk ve yolsuzluk düzenine karşı tüm emekçileri, köylüleri, üretenleri, kent ve kırın yoksullarını sendikaları ve emek ve demokrasi güçlerini birlikte direnmeye mücadeleye çağırıyoruz.

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ

İzmir’de hak örgütleri; ‘BM 26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü’nde İnsanlık onuru işkenceyi mutlaka yenecek dedi ve taleplerini açıkladı..

İzmir Tabip Odası, Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK) İzmir Şubeler Platformu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Hak İnisiyatifi Derneği, Halkların Köprüsü Derneği, İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi, İmece Dostluk ve Dayanışma Derneği, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD),İnsan Hakları Gündemi Derneği, “26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” dolayısıyla Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamada, “BM 26 Haziran İşkence görenlerle dayanışma günü, İnsanlık onuruna sahip çıkıyor, işkenceye hayır diyoruz” yazılı pankartı açıldı; “Çıplak arama işkencedir”, “Ters kelepçe işkencedir.”, “Susma haykır işkence suçtur”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, ” “Susma haykır işkenceye hayır” sloganları atıldı. Açıklamaya kapitalist düzene muhalif parti ve kitle örgütleri temsilcileri de katıldı.
Açıklamada kamuoyuna ve basına “26 haziran 2023 itibariyle Türkiye’de değişik boyutlarıyla işkence gerçeği” başlıklı raporda sunuldu. (Ekte bulunmakta)
Açıklamayı TİHV Genel Sekreteri Coşkun Üsterci okudu. Açıklama şöyle;

“İnsanlık Onuruna Sahip Çıkıyor, İşkenceye Hayır Diyoruz…

“26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma” tüm dünyada insan hakları savunucuları açısından özel ve önemli bir gündür.
Birleşmiş Milletler (BM) “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme” 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiştir. BM 1997 yılında bu günü “İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etmiştir.
Türkiye’nin de altına imza attığı bu Sözleşme, insanın sahip olduğu onur ve değeri korumak için işkenceyi mutlak olarak yasaklar. İnsanlık ailesinin ortak kazanımı olan ve modern insan hakları hukukunun en temel kurallarından birini oluşturan bu yasak, normlar hiyerarşisi açısından üstün kural, başka bir deyişle buyruk kural niteliğindedir. Dolayısıyla hiçbir koşulda istisnası olamaz. Sözleşmenin 2. maddesinin 2. paragrafında bu durum şöyle ifade edilir: “Hiçbir istisnai durum, ne harp hâli ne de bir harp tehdidi, dâhili siyasî istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hâl, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez”.
Bu açık ve net belirlemeye karşın işkence, hâlen dünyanın pek çok ülkesinde devletler tarafından toplumlara karşı insanlık dışı bir cezalandırma ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktadır.
Türkiye “İşkenceye Karşı Sözleşme”yi 1988 yılında kabul etmiş, Anayasa ve Ceza Kanunu’nda işkenceyi yasaklamıştır. Maalesef ülkemizde de işkence ve diğer kötü muamele sadece askeri darbeler döneminde değil tüm cumhuriyet tarihi boyunca sistematik bir devlet pratiği olarak varlığını korumuştur. Ancak, ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren mevcut siyasal iktidarın, her geçen gün daha da artan baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu, günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir. Bu açıklamanın ekinde paylaşılan veriler, mutlak yasağa ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkencenin Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olduğunu ortaya koymaktadır. Söz konusu veriler “İşkenceye sıfır tolerans” sözünün tarihsel ve olgusal olarak sadece bir propaganda söylemi olduğunu göstermektedir.
Siyasal iktidarın giderek daha fazla otoriterleşmesi ile orantılı biçimde; devlet erkinin çeşitli kademelerinde yaygınlaşan yasa, kural ve norm denetiminden kaçınma, keyfilik, bilinçli ihmal gibi sebeplerle usul güvencelerinin ihlal edilmesi, gözaltı sürelerinin uzunluğu, izleme ve önleme mekanizmalarının işlevsiz kılınması ya da bağımsız izleme ve önlemenin hiç olmaması, en yetkili ağızlardan yapılan işkenceyi bizzat teşvik edici söylemler, köklü cezasızlık politikaları vb. sonucunda, resmi gözaltı merkezlerinde işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları tüm vehameti ile devam etmektedir. Nitekim 2022 yılında TİHV’e 32 yıllık tarihinde görülen en yüksek sayıda işkence gören ve yakını başvuruda bulunmuştur.
Kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları da önceki dönemlerde görülmeyen bir boyuta varmıştır. Kolluk güçlerinin, evrensel hukukta ve ülke yasalarında tanımlanan zor kullanma yetkisinin çok ötesine geçen, kural dışı, denetlenmeyen, cezalandırılmayan, siyasal iktidar tarafından görmezden gelinen, hatta teşvik edilen bu şiddeti sıradanlaşmış, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiştir.
Yıl boyunca, demokratik bir toplumun temelini oluşturan ve Anayasa tarafından da teminat altına alınmış olan toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini kullanmak isteyen — başta Cumartesi Anneleri/İnsanları olmak üzere — kadınlar, LGBTİ+’lar, işçiler, yaşam savunucuları, siyasi partilerin üye ve yöneticileri, meslek örgütlerinin üye ve yöneticileri, insan hakları savunucuları, mülteci ve sığınmacılar bu zalimane kolluk şiddetine maruz kalmışlardır.
Cumartesi Anneleri/İnsanları, 700. hafta buluşmasında maruz kaldıkları polis müdahalesini/şiddetini ‘toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlali’ olarak kabul eden Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) açık kararına karşın 8 Mart 2023 tarihinden beri her hafta yine polis müdahalesine, işkence ve diğer kötü muameleye (kalkanlarla etraflarını çevirip tecrit etme, ters kelepçe vb.) maruz kalmaktadırlar.
Keza Onur Ayı kapsamında yapılmak istenen pek çok toplantı, yürüyüş ve etkinlik ise ülke sathında mülki idare amirleri tarafından yasaklandı ve/veya kolluk güçleri tarafından engellendi. Özellikle kolluk güçlerinin müdahalesi sonucu çok sayıda kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalarak gözaltına alındı.
Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan, insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi son derece endişe vericidir. Kaçırılan Yusuf Bilge Tunç isimli kişiden 6 Ağustos 2019 tarihinden bu yana haber alınamamaktadır.
Türkiye’de hapishaneler, her dönem işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarının yoğun olarak yaşandığı mekânlar olmuştur. Özelliklede 2015 Temmuz’unda Türkiye’nin yeniden çatışma ortamına girmesiyle başlayan, daha sonra askeri darbe girişiminin bastırılması ve ardından OHAL ilan edilmesiyle devam ederek günümüze varan süreçte hapishanelerde tutuklu ve hükümlülere yönelik işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında ileri düzeyde artışlar yaşanmaktadır. Avrupa İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) raporlarında da yer verildiği üzere İmralı Hapishanesinde uygulanan izolasyon kabul edilemezdir.
Açıklama ekinde yer alan verilerle görünürlük kazandırmaya çalıştığımız endişe verici bu gerçeklik uluslararası önleme mekanizmalarının ve insan hakları kurumlarının raporlarına da yansımaktadır. Ne var ki, Anayasa başta olmak üzere hiçbir kural ve normla kendine sınırlandırmak istemeyen siyasal iktidar, uluslararası mekanizmaları, onların yaptığı eleştiri ve uyarıları dikkate almamakta, işkenceyi önlemeye yönelik iyileştirmeleri yapmamaktadır. Aksine, mevzuatta işkence yasağının mutlak niteliğine aykırı düzenleme ve değişiklikler yaparak cezasızlığı “güvence” altına almaya çalışmakta, ihlalleri görünür kılmaya çalışan insan hakları savunucularına yönelttiği tehdit ve tacizlerle işkenceye karşı mücadeleyi engelleyebileceğini düşünmektedir.
Bu iç karartıcı hakikate rağmen “işkence” insan eliyle gerçekleşen bir fiil olduğu için, insan eliyle de önlenmesi mümkündür.
İşkenceyi önleme yükümlülüğü öncelikle devletlere aittir. Bu nedenle de devletler, her şeyden önce işkenceyi bir sindirme aracı olarak kullanmaktan vazgeçmeli, işkence suçlarını etkin bir biçimde soruşturmalı ve cezasızlıkla mücadele etmelidirler. Dolayısıyla insan hakları savunuculuğunun bir gereği olarak yıllardır sabır ve ısrarla dile getirdiğimiz bu kapsamdaki asgari talepleri siyasal iktidara bir kez daha hatırlatıyor ve ivedilikle gerçekleştirilmesini istiyoruz:
•İşkencenin ülkemizde bu boyutta olmasının en temel nedeni, işkence yasağının mutlak niteliği ile bağdaşmayan çok ciddi bir cezasızlık kültürünün varlığıdır. Her şeyden önce, sıradan bir kural haline getirilmeye çalışılan cezasızlık politikalarına son verilmelidir.
•Her düzeyde yetkililer işkenceyi ve işkenceciyi öven, teşvik eden söylemlerden vazgeçmeli, uluslararası mekanizmaların tavsiyeleri doğrultusunda işkence uygulamaları kamuya açık bir şekilde kesin olarak kınanmalıdır.
•Gözaltı koşullarında usul güvenceleri eksiksiz olarak uygulanmalıdır.
•Gözaltı süreleri kısaltılmalıdır.
•Mevcut Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) kaldırılmalı, BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye ek Protokol (OPCAT) ve BM Paris Prensiplerine uygun, tümüyle bağımsız yeni bir ulusal önleme mekanizması oluşturulmalıdır.
•Kolluk Gözetim Komisyonu tarafsız ve bağımsız hale getirilmelidir.
•İşkencenin belgelenmesi ve raporlandırılması bir BM belgesi olan ‘İstanbul Protokolü’ ilkelerine göre yapılmalıdır.
•İşkenceye ilişkin iddialar hızlı, etkin, tarafsız bir şekilde soruşturulmalı, bağımsız heyetlerce araştırılmalı, adli yargılama süreçlerinin her aşamasında uluslararası etik ve hukuk kurallarına uygun davranılmalıdır.
•Hapishaneler insan hakları ve hukuk örgütlerinin bağımsız denetimine açılmalıdır.
•CPT raporlarının tümü açıklanmalı ve tüm tavsiyelere uyulmalıdır.
Ancak şunu da hatırlatmak isteriz ki, insanlık onuruna sahip çıkmak ve işkenceyi önlemek aynı zamanda tüm toplumun da sorumluluğudur. İnsan ve yurttaş olmak için, bizi toplum yapan müşterek bağı korumak için, işkencenin yol açtığı acıları görmek ve dayanışmayı büyütmek zorundayız.
İşkencesiz bir Türkiye ve dünyaya ulaşmayı amaçlayan kurumlar olarak, dün olduğu gibi bundan sonra da tüm örtbas etme, korkutma, susturma çabalarına karşın, başlarına geleni kader olarak kabul etmeyip, yüksek sesle haykırabilmeleri için işkence görenlerin her koşulda yanında olmaya; maruz kaldıkları işkenceyi belgeleyip raporlamaya; fiziksel ve ruhsal onarım süreçlerine destek vermeye; adalete erişimlerine yardımcı olmaya; yaşadıkları acıların bir daha asla tekrarlanmaması için cezasızlıkla mücadele etmeye devam edeceğiz.
Görüyoruz, susmuyoruz, mücadele ediyoruz…
İnsanlık onuru işkenceyi mutlaka yenecek…
İşkencesiz bir dünya mümkün!”

EK: Rapor

“26 HAZİRAN 2023 İTİBARİYLE
TÜRKİYE’DE DEĞİŞİK BOYUTLARIYLA İŞKENCE GERÇEĞİ
Birleşmiş Milletler (BM) İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme’nin 1. maddesinin ilk fıkrasında yapılan işkence tanımı şöyledir:
“İşkence terimi, bir şahsa veya bir üçüncü şahsa, bu şahsın veya üçüncü şahsın işlediği veya işlediğinden şüphe edilen bir fiil sebebiyle, cezalandırmak amacıyla bilgi veya itiraf elde etmek için veya ayrım gözeten herhangi bir sebep dolayısıyla bir kamu görevlisinin veya bu sıfatla hareket eden bir başka şahsın teşviki veya rızası veya muvafakatiyle uygulanan fiziki veya manevi ağır acı veya ızdırap veren bir fiil anlamına gelir. Bu yalnızca yasal müeyyidelerin uygulanmasından doğan, tabiatında olan veya arızi olarak husule gelen acı ve ızdırabı içermez.”
Sözleşmenin 2. maddesinde ise şöyle denilmektedir:
“Sözleşmeye Taraf Devlet, yetkisi altındaki ülkelerde işkence olaylarını önlemek için etkili kanuni, idari, adli veya başka tedbirleri alacaktır.
Hiçbir istisnai durum, ne harp hali ne de bir harp tehdidi, dahili siyasi istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hal, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez.
Bir üst görevlinin veya bir kamu merciinin emri, işkencenin haklılığına gerekçe kabul edilemez.”
Sözleşmede yer alan bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, insanın onuruna ve kişiliğine karşı en ağır saldırı olarak kabul edilen işkence ve diğer kötü muamelenin yasaklanması uluslararası hukuk açısından buyruk emir (jus cogens) niteliğindedir.
Aşağıdaki tüm değerlendirmeler söz konusu buyruk emir ve Sözleşme’nin tüm maddeleri ışığında yapılmıştır.
1) Resmi Gözaltı Yerlerinde İşkence ve Diğer Kötü Muamele Uygulamaları:
Son yıllarda yasa, kural ve norm denetiminden kaçınma, keyfilik, bilinçli ihmal gibi sebeplerle usul güvencelerinin ihlal edilmesi, gözaltı sürelerinin uzunluğu, izleme ve önleme mekanizmalarının işlevsiz kılınması ya da bağımsız izleme ve önlemenin hiç olmaması vb. nedenlerle resmi gözaltı merkezlerinde işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında artış görülmektedir.
Son bir yıl içinde, özellikle Adana, Adıyaman, Dersim, Diyarbakır, Hakkari, İstanbul, İzmir, Mardin, Hatay, Niğde ve Şanlıurfa’da olduğu gibi, resmi gözaltı merkezlerinde yaşanan çok sayıda kaygı verici işkence uygulaması basına, mahkeme tutanaklarına, ulusal ve uluslararası insan hakları kurumlarının raporlarına yansımıştır.
Tüm ülkeyi yol açtığı ağır yıkım ve tahribat ile derin acılara boğan 6 Şubat depremlerinin hemen ardından 7 Şubat 2023 tarih ve 6785 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile depremlerden etkilenen 10 İlde (Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Antep, Hatay, Maraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Urfa) 3 ay süreyle Olağanüstü Hal ilan edilmiştir. OHAL kapsamında yargı alanındaki tedbirlere ilişkin 11 Şubat 2023 tarih ve 120 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile de “hırsızlık ve yağma” suçları nedeniyle yapılan işlemlerde yakalama anından itibaren 4 günü geçmeyen gözaltı süresinin, gerekli görülen hallerde Cumhuriyet Savcılıkları tarafından 7 güne kadar uzatılması mümkün hale gelmiştir. Gerek OHAL ilanı ve gerekse gözaltı süresinin uzatılması işkence yasağı ihlallerinde endişe verici bir artışa yol açmıştır.
• 2022 yılında TİHV’e işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı gerekçesiyle toplam 1201 kişi başvurmuştur. Ancak bu kişilerden bir kısmı işkence görenlerin yakınıdır, bir kısmı ise Türkiye dışında işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarına maruz kalmıştır. Türkiye’de doğrudan işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı için TİHV’e başvuran 1079 kişiden 547’si (%50,7) emniyet müdürlükleri, 61’i (%5,7) polis karakolu, 69’u (%6,4) ise jandarma birimleri gibi resmi gözaltı merkezlerinde işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldıklarını ifade etmişlerdir. Ayrıca 331 (%30,7) kişi de kolluk güçlerinin gözaltı ve nakil araçlarında işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığını belirtmiştir.
2023 yılı ilk beş ayında ise TİHV’e işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı gerekçesiyle 270 kişi başvurmuştur.
•TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin tespitlerine göre 2022 yılında 1 kişi gözaltında şüpheli şekilde yaşamını yitirmiştir. 2023 Yılının ilk beş ayında ise en az 6 kişi gözaltında şüpheli şekilde yaşamını yitirmiştir.
•İHD Dokümantasyon Birimi’nin tespitlerine göre ise 2022 yılında resmi gözaltı yerlerinde en az 1.347 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmıştır.
2) Resmi Olmayan Gözaltı Yerlerinde ve Gözaltı Dışındaki Ortamlarda İşkence ve Diğer Kötü Muamele Uygulamaları:
Kolluk güçlerinin barışçıl toplantı ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda veya ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ya da gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında da kaygı verici bir artış yaşanmaktadır.
Toplanma ve gösteri yapma hakkı, ifade özgürlüğü ile birlikte, demokratik bir toplumun temelini oluşturmaktadır. Maalesef son yıllarda ülkemizde bu hakkın kullanımı bir istisna, müdahale ve yasaklamalar ise kural haline gelmiştir. Barışçıl toplanma ve gösteri yapma hakkını kullanan kişilere yönelik işkence ve diğer kötü muamele uygulaması düzeyine ulaşan kolluk şiddeti adeta normalleştirilmiştir.
Son dönemde hakikat ve adalet mücadelesi veren Cumartesi Anneleri’nin/İnsanları’nın maruz kaldıkları uygulamalar bunun somut bir örneğini oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) toplanma ve gösteri yapma özgürlüğünün ihlal edildiğine dair açık kararına rağmen Cumartesi Anneleri/İnsanları, Galatasaray Meydanı’na her çıkışlarında etraflarının kalkan taşıyan kolluk görevlileri tarafından çevirilerek tecrit edilmekte, ters kelepçe vb. işkence ve diğer kötü muamele niteliğindeki uygulamalara maruz kalmaktadırlar.
Resmi olmayan gözaltı yerlerinde ya da gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarının en çarpıcı örnekleri deprem bölgesinde görülmüştür. Yağma olaylarının yaşandığına dair iddiaların gündeme gelmesiyle beraber aralarında mülteciler ile depremzedelerin de olduğu kimi kişilere yönelik işkence ve linç vakalarının yaşandığına dair haber ve görüntüler sosyal medyada paylaşılmaya başlanmıştır. Bu paylaşımların kimisinde resmi üniforma giymiş kişilerin de olduğu görülmektedir. Ancak her bakımdan teyide muhtaç bu iddialara dair maalesef bugüne değin resmi bir açıklama yapılmamış, soruşturma ya da herhangi bir idari işlem başlatıldığına ilişkin bir bilgi edinilememiştir.
Son dönemde “resmi gözaltı işlemi” henüz gerçekleşmeden ev baskınları sırasında gerçekleştirilen, yani gözaltına alınma süreçlerinde yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında da bir artış görülmektedir.
• 2022 yılında TİHV’e başvuranlardan 546’sı (%50,6) açık alan ve gösteri sırasında, 177’si (%16,4) ise ev ve iş yeri gibi mekânlarda işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldıklarını beyan etmişlerdir.
• TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin verilerine göre 2022 yılında kolluk güçlerinin toplanma ve gösteri özgürlüğü kapsamında yapılan barışçıl eylem ve etkinliklere müdahalesi sonucu 144’ü çocuk olmak üzere en az 5.434 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmış, 42 kişi ise yaralanmıştır. 2023 yılının ilk beş ayında ise kolluk güçlerinin barışçıl eylem ve etkinliklere müdahalesi sonucu 49’u çocuk olmak üzere en az 1.557 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmış, 8 kişi ise yaralanmıştır.
•Yine TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin verilerine göre 2022 yılında sokakta ve açık alanda en az 230 kişi, ev baskınları sırasında en az 29 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmıştır. 2023 yılının ilk beş ayında ise sokakta ve açık alanda en az 76 kişi, ev baskınları sırasında en az 4 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmıştır.
•İHD Dokümantasyon Birimi’nin tespitlerine göre ise 2022 yılında resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki yerlerde işkence ve diğer kötü muameleye uğradığını iddia eden kişi sayısı 42’si çocuk olmak üzere 2.928 kişidir. Toplantı ve gösterilere kolluk güçlerinin müdahalesi sonucu en az 4.553 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmıştır.
3) Zorla Kaçırma/Kaybetme Girişimleri:
Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki – en yoğun olarak 1990’lı yılların başlarında yaşanan- zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi son derece endişe vericidir. Son yıllarda BM Zorla veya İradedışı Kayıplar Üzerine Çalışma Grubu’nun raporlarına da yansıyan bu durum, Çalışma Grubu’nun en son 12 Ağustos 2022 tarihli raporunda bir kez daha yer almıştır. Söz konusu raporda yer alan ve altta aktarılan tablodan görüleceği üzere 2001 – 2015 arası düşme eğilimi gösteren zorla kaybetme eylemlerinde 2016 yılı ile yeniden bir artış görülmektedir.
Hukukun, yargının ve adaletin suskun kaldığı, failin her şeye muktedir olduğu mesajının verilmek istendiği gözaltında zorla kaybetme anlık bir eylem değildir. İşkencenin eşlik ettiği, kayıt dışı belirli bir alıkoyma süresini içerir ve genellikle de ölümle sonuçlanır. Bu nedenle çoklu ve ardışık ihlallere yol açar. TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin tespitlerine göre:
•6 Ağustos 2019 tarihinde Ankara’da kaçırılan Yusuf Bilge Tunç’tan halen haber alınamamaktadır.
•2022 yılında en az 4 kişi kaçırılmış ya da kaçırılmaya çalışılmıştır. 2023 yılının ilk beş ayında 1 kişi kaçırılmış ya da kaçırılmaya çalışılmıştır.
Ayrıca son yıllarda üniversite öğrencileri, gazeteciler ve politik aktivistler başta olmak üzere kişilerin kayıt dışı biçimde gözaltına alınarak baskı ve tehdit yöntemleriyle ajanlık dayatmasına maruz bırakıldığı uygulamalarda kaygı verici bir artış görülmektedir.
•İHD’ye yapılan başvurular ve elde edilebilen diğer verilere göre 2022 yılı içinde 198 kişinin ajanlaştırma, kaçırılma ve tehdide maruz kaldığı tespit edilmiştir.
4) Hapishanelerde İşkence ve Kötü Muamele
Siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda hem hapishane nüfusunda yıllar içinde büyük bir artış yaşanmıştır hem de kapasitenin çok üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır.
Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre 2005 yılında cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlü sayısı 55.870’tir. 1 Haziran 2023 tarihi itibari ile toplam kapasitesi 296.202 olan 407 ceza infaz kurumunda toplam 357.572 tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Bu sayıya 7242 Sayılı Kanun gereği COVID-19 iznine ayrılan hükümlüler dahildir.
Görüldüğü gibi 17 yıl içinde tutuklu ve hükümlü sayısı yaklaşık 6,4 misli artmıştır. 1 Haziran 2023 tarihi itibariyle de cezaevlerinde kapasite fazlası olarak 61,370 tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır.
Kaldı ki, yıl içinde yapılan giriş ve çıkış kayıtlarına bakıldığında hapishanelerde çok daha yoğun bir nüfus hareketliliği olduğu görülmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2020 yılında ceza infaz kurumlarına 258.401 kişinin hükümlü statüsünde giriş kaydı yapılırken, aynı dönemde 361.870 kişinin hükümlü statüsünde çıkış kaydı yapılmıştır. Adalet Bakanlığı verileri dikkate alındığında bu sayıların daha da artmış olacağı çok açıktır. Maalesef TÜİK son üç yıldır bu konuda veri paylaşımı yapmamaktadır.
Ayrıca, 31 Ağustos 2022 tarihi itibariyle Türkiye genelinde denetimli serbestlik kapsamında 437.636 kişi bulunmaktadır. Adalet Bakanlığı Denetimli Serbestlik Daire Başkanlığı da maalesef söz konusu tarihten bu yana yeni veri paylaşmamaktadır. Bu sayıyı hapishanelerde bulunan tutuklu ve hükümlülerin sayısı ile topladığımızda özgürlüklerinden mahrum bırakılmış yurttaş sayısı yaklaşık 795.506 kişiye ulaşmaktadır. Bu da diğer dolaylı gözetim/denetim araçlarını bir yana bıraktığımızda yaklaşık her yüz yurttaştan birinin doğrudan/çıplak gözetim altında olduğu anlamına gelmektedir.
Son dönmelerde keyfi bir şekilde başvurulan ev hapsi dahil adli kontrol tedbirleri sıradan ve rutin uygulamalar haline gelmiştir. Aslında bu tür tedbirler tutuklanmayı gerektiren koşulların varlığı halinde, şüpheliye/sanığa daha hafif nitelikte bir tedbir uygulamak amacıyla tutuklamaya alternatif olarak düzenlenmişlerdir. Ancak yürürlüğe girdiği 1 Haziran 2005 tarihinden bu yana, özellikle de son dönemde 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan çeşitli değişiklikler sonucunda tutuklamanın tamamlayıcısı ve devamı niteliğindeki bir tedbir haline gelmiştir.
Tüm bu tespit ve veriler, hapsetmenin siyasal iktidar açısından asli bir yönetme tekniği haline geldiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Türkiye’de hapishaneler, her dönem işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarının yoğun olarak yaşandığı mekânlar olmuştur. Özelliklede 2015 Temmuz’unda Türkiye’nin yeniden çatışma ortamına girmesiyle başlayan, daha sonra askeri darbe girişiminin bastırılması ve ardından OHAL ilan edilmesiyle devam ederek günümüze varan süreçte hapishanelerde tutuklu ve hükümlülere yönelik işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarında olağanüstü düzeyde artışlar yaşanmaktadır.
•İHD Dokümantasyon Birimi’nin verilerine göre 2022 yılında hapishanelerde işkence ve kötü muameleye uğradığını iddia eden mahpus sayısı 247 kişidir.
•Hapishanelere girişten itibaren çeşitli nedenlerle (çıplak arama, kelepçeli muayene, ayakta tekmil vererek sayım gibi) uygulanan kaba dayak, her türden keyfi muamele ve keyfi disiplin cezaları, hücre cezaları, sürgün ve sevkler yakın tarihte görülmedik boyutlara ulaşmıştır.
•Sağlık hizmetine erişimin kısıtlanması, cezaevi reviri ziyaret hakkının reddedilmesi, Adli Tıp Kurumu’na, adliyeye ve hastaneye götürülürken kelepçe takılması dâhil kötü muamele uygulamaları, mahpusların sağlık sorunlarının zamanında ve etkili bir şekilde çözülmemesi, uzun bir süredir devam eden bir başka sorun alanıdır. Özellikle son dönemde tedavilerini zorlukla sürdüren mahpusların büyük bir çoğunluğunun başka cezaevlerine sürgün edilmesi sağlık hizmetine erişim hakkına önemli ölçüde zarar vermiştir. Sağlığa erişim konusunda yaşanan kısıtlamalar hapishanelerin önemli bir sorunu olan hasta mahpuslarını durumunu daha da ağırlaştırmaktadır. Bu kişilerin karşı karşıya olduğu sağlık hizmetine yeterli erişim sağlayamama, Adli Tıp Kurumu’nun bağımsız olmaması dâhil, bağımsız ve nitelikli tıbbi değerlendirme raporu alamama gibi sorunların yanı sıra Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu’nda 28 Haziran 2014 tarihli “toplum güvenliği bakımından ağır ve somut tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen” şeklindeki değişiklikte yer alan “toplum güvenliği” ibaresi, hasta mahpuslar için “kesin hayati tehlike teşkil ettiği” yönünde raporlar verilmiş olsa bile, mahpusların salınmalarını bütünüyle keyfiyete bağlamıştır.
•En son 29 Nisan 2022 tarihinde güncellenen İHD verilerine göre toplam 651’i ağır olmak üzere 1.517 hasta mahpus bulunmaktadır.
•2023 yılının ilk 6 ayında Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) farklı hapishanelerden sağlığa erişimde yaşanan sorunlar, kelepçeli muayene dayatması ve kolluğun muayenede bulunma ısrarı ile mahremiyet ihlali vb. gerekçelerle 54 mahpus başvuru yapmıştır.
•TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin tespit edebildiği kadarıyla 2022 yılında hapishanelerde en az 65 mahpus hastalık, intihar, şiddet, ihmal vb. gerekçelerle yaşamını yitirmiştir. 2023 yılının ilk beş ayında ise aynı gerekçelerle 10 kişi yaşamını yitirmiştir.
•İHD Dokümantasyon Birimi’nin tespit edebildiği kadarıyla 2022 yılında hapishanelerde en az 83 mahpus şüpheli bir şekilde yaşamını yitirmiştir.
Bu ölümlerin önemli bölümü için şüpheli olduklarına dair ciddi iddialar bulunmasına rağmen bilgimiz dahilinde etkin soruşturma süreçleri yaşanmamaktadır.
•Uluslararası normlara göre mahpusların, mümkün olduğu ölçüde, evlerine, ailelerine veya sosyal iyileştirme yerlerine yakın olan hapishanelere yerleştirilmesi gerekir. Ancak son dönemde mahpusların yaşadığı yerlerin çok uzağındaki hapishanelere keyfi bir şekilde sevk edilmeleri yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Bu uygulama kendi başına işkence ve diğer kötü muamele başlığında ele alınabilecek bir hak ihlaline yol açmaktadır.
•2000 yılından bu yana uygulanmakta olan ve tutuklu ve hükümlülerin fiziksel ve psikolojik bütünlüklerinin ciddi şekilde zarar görmesine neden olan tek kişi ya da küçük grup izolasyon/tecrit uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür. Adalet Bakanlığı‘nın 10 tutuklu ve hükümlünün haftada 10 saat bir araya gelerek sosyalleşmesini öngören 22 Ocak 2007 tarihli genelgesi (45/1) bile yürürlükte olmakla birlikte uygulanmamaktadır. Bir kez daha Avrupa İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) “Tutukevlerindeki mahkumların günün makul bir kısmını (sekiz saat veya daha fazla) hücreleri dışında, belirli amacı olan ve değişen faaliyetler yaparak geçirmeleri hedeflenmelidir. Doğal olarak, hüküm giymiş mahkumların bulunduğu kurumlardaki programlar daha da uygun olmalıdır.” şeklinde ifade edilen standart ilkesini hatırlatmakta yarar olacaktır.
•İzolasyon uygulamasının özel bir biçimi İmralı Hapishanesi’nde yaşanmaktadır. 2011 yılından bu yana kesintisiz devam etmekte olan aile ve avukat görüş yasakları 2019 yılında üç kez, 2020 yılında bir kez (3 Mart 2020 tarihinde) yapılan aile, 2019 yılında beş kez avukat, 2021 yılında (5 Mart 2021 tarihinde) yapılan kesintili ve net olmayan telefon görüşmelerine rağmen halen sürmektedir. CPT’nin Türkiye hapishanelerine yaptığı 2017 ve 2019 yılı ziyaretleri sonucu açıkladığı raporlarındaki tavsiyelere uyulmadığı anlaşılmaktadır.
5) Mevzuatta İşkence ve Diğer Kötü Muamele Yasağı ve Usul Güvenceleri
•2005 yılından bu yana değişik dönemlerde mevzuatta işkence yasağının mutlaklığını zedeleyecek pek çok olumsuz düzenleme yapılagelmiştir. 2015 Temmuz ile başlayan süreçle birlikte, bilhassa da OHAL döneminde, bu mevzuat değişiklikleri sistematik bir hal almıştır. Bu yaklaşım OHAL uygulamasına son verildikten sonra dahi sürdürülmektedir.
•İşkencenin önlenmesinde önemli bir rolü olan ancak yıllardır uygulamada büyük ölçüde ihmal edilen kişiye gözaltı hakkında bilgilendirme, üçüncü taraflara bilgi verme, avukata erişim, hekime erişim, uygun ortamlarda uygun muayenelerin gerçekleştirilmesi ve usulüne uygun raporların düzenlenmesi, hukukilik denetimi için süratle yargısal makama başvurulabilme, gözaltı kayıtlarının düzgün tutulması, bağımsız izlemelerin mümkün olması başlıklarında toplanabilecek usul güvenceleri son dönemde önemli ölçüde tahrip edilmiş, bu konuda bütünüyle keyfi bir ortam yaratılmıştır.
•14 Temmuz 2016 tarihinde çıkarılan 6722 sayılı kanuna göre operasyonlara katılan askeri personelin işkence ve diğer kötü muamele iddialarına yönelik soruşturulması özel izin prosedürüne tabi kılınmış, geriye dönük olarak cezasızlık zırhı tesis edilmiştir. Keza OHAL Kararnamesi ile OHAL ile ilgili işlerde karar veren ve görev alan kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluklarının olmayacağı düzenlenmiş, mutlak dokunulmazlık getirilmiştir.
•Her ne kadar 12 günlük gözaltı süresi dahil pek çok olumsuz düzenlemeyi içeren ve bir anlamda fiili OHAL anlamına gelen 7145 Sayılı Kanun 31 Temmuz 2022 tarihinde sonlandırılarak göz altı süresinin 4 güne indirilmesi olumlu bir gelişme olsa da 6 Şubat depremlerinden etkilenen 10 İlde 3 ay süreyle OHAL ilan edilmesi ve “hırsızlık ve yağma” suçları nedeniyle yapılan işlemlerde yakalama anından itibaren 4 günü geçmeyen gözaltı süresinin, gerekli görülen hallerde Cumhuriyet Savcılıkları tarafından 7 güne kadar uzatılması bir yandan işkence yasağı ihlallerinde hızlı bir artışına yol açarken, diğer yandan da siyasal iktidarın işkence ile mücadele konusundaki samimiyetinin bir göstergesi olmaktadır.
•Covid-19 salgınının yarattığı tehdit öne sürülerek hızla TBMM’den geçirilen ve 15 Nisan 2020 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren, “7242 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapan Kanun” ile başta işkence yasağı ihlali olmak üzere çok sayıda insan hakları ihlalinin cezasız kalmasının yolu açılmış oldu.
Düzenlemede “kasten öldürme ve işkence” suçu kapsam dışında bırakılmakla birlikte “kasten yaralama sonucunda ölüme sebebiyet verme” ve “taksirle ölüme sebebiyet verme’” suçlarından hüküm giyenlerin koşullu salıverme oranları indirilmiş ve denetimli serbestlik hükümlerinden kolaylıkla yararlanmaları sağlanmıştır. Bu ise, hukuka aykırı biçimde güç kullanarak yaşama hakkı ihlaline yol açtığı için hüküm giyen veya giyme ihtimali olan çok sayıda kolluk görevlisinin kısa süre içinde özgürlüğüne kavuşması anlamına geliyor.
Ceza indiriminden faydalanacaklar arasında; Gezi Parkı eylemlerinde orantısız ve hukuka aykırı güç kullanarak ölüme sebebiyet verdikleri için ceza alan failler ile Soma, Ermenek maden faciaları, Aladağ yurt yangını, Çorlu ve Ankara tren kazaları davalarında taksirle ölüme sebebiyet verme suçunda hüküm giyenler de bulunuyor.
Uygulamada cezasızlık sistematiğinin bir sonucu olarak işkence suçu işleyen kolluk görevlileri hakkında genellikle daha hafif ceza gerektiren “kasten yaralama” suçundan dava açılmaktadır. Bu düzenleme ile işkence suçu da kapsam dışı bırakılmış ve böylelikle cezasızlık iyice pekiştirilmiş olmaktadır.
İnfaz hakimliğinin yetki ve görevleri genişletilmiş, yürürlükteki mevzuatın mahkemelerin yetki alanına bıraktığı “cezanın infazı, zamanaşımı, koşullu salıverme, denetimli serbestlik, açık ceza infaz kurumuna geçiş, disiplin cezalarına itiraz vb.” birçok hususta karar alma, onay ve itiraz süreçleri gibi yetkiler İnfaz Hakimliği’nin yetki alanına alınmıştır. Öte yandan mahpusların haklarının keyfi olarak engellenmesine yol açabilecek pek düzenleme de bu yasanın içine yerleştirilmiştir.
•TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildikten 18 Haziran 2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7245 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu ile bekçilere zor ve silah kullanma; kamu düzenini bozacak mahiyetteki gösteri, yürüyüş ve karışıklıkların önlenmesi amacıyla genel kolluk kuvvetleri gelinceye kadar önleyici tedbirleri alabilme; makul bir gerekçeyle durdurma; kimlik veya diğer belgeleri isteyebilme; kişinin şüphe uyandırması durumunda üst araması yapabilme; araçlarının görünmeyen bölümlerinin açılmasını isteyebilme vb. yetkilerin verilmesi “yaşam hakkı” ve “kişi güvenliği” ihlallerinde 2007 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan değişiklikler sonrasında yaşanana benzer bir şekilde artış yaşanması ve “mutlak işkence yasağı” ihlallerin daha da yaygınlaşacağı kaygısına yol açmaktadır.
•Kolluk güçlerine bir dış tehlike anında kullanılması gereken ağır silahları toplumsal olaylarda kullanma yetkisinin veren “Türk Silahlı Kuvvetleri, Millî İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) Taşınır Mal Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” 6 Ocak 2021 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yönetmelik aracılığı ile sadece TSK’de olması gereken ağır silahların ülke içindeki yerleşim birimlerinde kullanılması halinde bunun yurttaşlar, diğer canlılar, doğal ve kültürel mekânlar üzerinde kaçınılmaz olarak yol açabileceği tahrip edici etki ve sonuçlarını tahayyül etmek bile son derece kaygı vericidir. Bu yönetmeliğin yürütmesinin durdurulması ve iptali için İHD tüzel kişiliği ve dernek başkanı gerçek kişi olarak Danıştay’a dava açmış, Danıştay açılan davayı menfaat yokluğu nedeni ile usulden red etmiştir. Dava bireysel başvuru yolu ile AYM’ye taşınmış ancak red kararı alınmıştır. Bunun üzerine süreç Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınmıştır.
•25 Haziran 2021 tarihinde Resmi Gazete’ de yayımlanarak yürürlüğe giren “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun” da mahpusların iletişim hakkını (mektup, faks ve telgraflar gibi iletişim araçları aracılığı ile haberleşmelerin kaydedilmesi ve görüşmelerinin dinlenmesi ve kaydedilmesi gibi) kısıtlayan düzenlemeler bulunmaktadır.
•21 Eylül 2021 tarihli Resmi Gazete’ de yayımlanarak yürürlüğe giren “Hükümlü ve Tutuklulara Yakınlarının Ölümü veya Hastalığı Nedeniyle Verilebilecek Mazeret İzinlerine Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile birlikte mahpusların yakınlarının cenazesine katılmaları için hapishane idaresinin önerisinin aranması düzenlenmiştir. Yas hakkının mahpusların da temel hakkı olmasına karşın uzun yıllardır Cumhuriyet Savcısı tarafından karar verilen, yani yargısal bir pratik olan cenazeye katılma kararına yönetmelikle idare bariyeri konulması keyfi kararların artmasına sebep olabilecek bir düzenlemedir.
•12 Kasım 2021 “Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”te “çıplak arama” sözcükleri yerine “detaylı arama” sözcüklerine yer verilmiştir. Eski (29 Mart 2020 tarihinde yürürlüğüne girmiş olan) ve yeni düzenlemeler arasında bazı nüanslar olsa da bu durumun pratikte bir değişiklik yaratmayacağı açıktır. Zira yalnızca kavramlar değişmiş, uygulana gelen fiili önleyen bir düzenleme yapılmamıştır. Bir kez daha çıplak arama uygulamalarının ölçülülük, yasallık ve gereklilik ilkeleri dışına çıkarılarak işkence uygulamasına dönüştürülmekte olduğunu ifade etmeliyiz.
Gerek eski gerekse de yeni düzenlemede yer verilen “Beden çukurlarındaki arama, cezaevi tabibi tarafından yerine getirilir” ibaresi ise hiçbir şekilde kabul edilemez. Dünya Tabipleri Birliği de en son 2016 yılında gözden geçirilen ‘Mahkumlarda Beden Aramalarıyla ilgili Açıklama’ sında “Beden boşluğu aramalarına hekim katılımı ancak istisnai durumlarda sağlanmalıdır. Böyle durumlarda arama görevi hekimin tıbbi hizmet görevinden ayrı tutulmalıdır.” ifadesine yer verilmiş, yanı sıra da “zorla aramanın etik açıdan kabul edilemezliği” açıkça vurgulanmıştır.
•Adalet Bakanlığı tarafından 2 Ocak 2023 tarihinde yayınlanan, Cumhurbaşkanın özel af yetkisi kapsamındaki “Sürekli Hastalık, Sakatlık ve Kocama Sebebiyle Kişilerin Cezalarının Hafifletilmesi veya Kaldırılması Hakkında İşlemler” başlıklı genelgeye göre Cumhuriyet Başsavcılıkları tarafından bu durumdaki kişilerin talebi olmaksızın re’sen bir süreç başlatılması yanı sıra hükümlünün veya kanuni temsilcisinin talebinden vazgeçmesi ya da Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından re’sen başlatılan işlemleri reddetmesi hâlinde, cezaların hafifletilmesi veya kaldırılması işlemleri sürdürülebilecektir. Çok nispi de olsa bu olumlu bir değişiklidir. Bununla birlikte yaşam hakkı ihlali düzeyine ulaşan hasta mahpusların giderek daha da yoğunlaşan sorunlarının çözümüne yönelik köklü bir zihniyet değişimi ile birlikte Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu başta olmak üzere esaslı değişikliklerin yapılması gerekmektedir. Zira, “kısa süreli ölümcül prognozu olanlar, cezaevi koşullarında iyi bir şekilde tedavi edilemeyecek ciddi bir hastalığı bulunanlar, ağır bir sakatlığı olanlar, ciddi mental hastalığı olanlar gibi sürekli hapsedilmeye uygun olmayan kişiler” açısından uluslararası ve bölgesel insan hakları organları tarafından son derece berrak kurallar ve içtihat geliştirilmiştir. Özellikle ölümcül hastalığa yakalanmış kişiler veya sağlık durumu sürekli şekilde hapishane koşulları ile uyumsuz hâle gelmiş kişilerin alıkonulmaya devam ettirilmesi aynı zamanda işkence yasağı kapsamında değerlendirilmektedir.
6) Uluslararası Önleme Mekanizmalarının Raporlarına Yansıyan Türkiye’nin İşkence Gerçeği
Yukarıda sıraladığımız veriler ile ifade etmeye çalıştığımız Türkiye’nin işkence gerçekliği uluslararası kurum, mekanizma ve organlar tarafından hazırlanan raporlarda tüm çıplaklığı ile dile getirilmektedir. Ancak, anayasa başta olmak üzere hiçbir yasa, kural ve normla kendini sınırlandırmak istemeyen siyasal iktidar, uluslararası önleme ve denetleme mekanizmaları tarafından yapılan eleştiri ve uyarıları dikkate almamaktadır.
•20-22 Eylül 2022 tarihlerinde gerçekleştirdiği toplantısı için Avrupa Konseyi (AK) Bakanlar Komitesi’ne TİHV, İHD ve Hafıza Merkezi olarak birlikte yapılan Kural 9.2 Bildirimi kapsamındaki “Batı ve Diğerleri” dosyasının öyküsü uluslararası mekanizmaların eleştiri ve uyarılarına yaklaşımın özel bir örneğini oluşturmaktadır. Bu kapsamda güvenlik güçleri tarafından 1993-2011 yılları arasında işlenen öldürme, işkence ve diğer kötü muamele ve orantısız güç kullanma eylemleriyle (yakalama, gözaltı ve ifade işlemleri ile barışçıl gösterilere müdahale sırasında işlenenler dahil) ilgili soruşturmaların, kovuşturmaların ve disiplin süreçlerinin etkisizliğiyle ilgili verilen AİHM kararlarının (AİHS 2. ve 3. maddelerinin usulden ihlal edildiğine hükmedilen kararlar) iç hukukta infazı süreci AK Bakanlar Komitesi tarafından denetlenmektedir. AİHM tarafından 2004 yılında verilen ilk kararın üzerinden 19 yıl geçmesine karşın siyasal iktidar tarafından henüz somut bir adım atılmadığı için izleme süreci halen devam etmektedir.
•1987 yılında Avrupa İşkencenin ve İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Sözleşmesi kapsamında kurulan Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT), yargı dışı proaktif bir mekanizma olarak Konsey üyesi ülkelerde işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarını önlemeye çalışır. CPT, önlemeye yönelik işlevini iki tür ziyaretle, düzenli ve özel amaçlı (ad hoc) ziyaretlerle gerçekleştirmektedir. Düzenli ziyaretler, üye devletlere belirli aralıklarla yapılmaktadır. Özel amaçlı ziyaretler ise, Komite’nin “mevcut şartlar altında gerek duyduğu” durumlarda düzenlenmektedir. CPT, yaptığı her ziyaretten sonra işkence ve kötü muamele konusundaki tespitlerini, tavsiyelerini ve diğer önerilerini içeren bir rapor hazırlar. Komitenin ziyaret raporu ziyaret edilen devlet tarafından izin verilmediği sürece gizlidir.
CPT, Türkiye’ye 29 Ağustos – 6 Eylül 2016, 4 – 13 Nisan 2018 ve 6 – 17 Mayıs 2019 tarihlerinde üç kez “özel amaçlı/ad-hoc” ziyaret ve 10 – 23 Mayıs 2017 ile 11 – 25 Ocak 2021 tarihlerinde ise iki ayrı “periyodik/düzenli” ziyaret gerçekleştirmiştir.
Bunların yanı sıra CPT 3 Ekim 2022 tarihinde yaptığı bir açıklama ile 21-29 Eylül 2022 tarihlerinde Türkiye’ye düzensiz bir ziyaret gerçekleştirdiklerini ve bu kapsamda İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Hapishanesi’ni de ziyaret ettiklerini duyurmuştur. Maalesef yetkililer tarafından bu ziyaret ile herhangi bir bilgi henüz kamuoyu ile paylaşılmamıştır.
CPT, bu ziyaretler sırasında yaptığı gözlem, tespit ve tavsiyelerini içeren tamamlanmış raporlardan 10 – 23 Mayıs 2017 tarihli dönemsel ziyareti ile 6 – 17 Mayıs 2019 tarihli “özel amaçlı/ad-hoc” ziyaretinin raporlarını Türkiye’nin izin vermesi üzerine 5 Ağustos 2020 tarihinde yayınlamıştır. Yukarıda aktarılmaya çalışılan verilere baktığımızda yayınlanan her iki raporda da yer alan tavsiyelere esas olarak uyulmadığı anlaşılmaktadır. Diğer üç raporun yayınlanmasına (21 – 29 Eylül 2022 tarihlerinde yapılan ziyaretin raporunun henüz hazırlanmadığı varsayılabilir) hâlâ izin verilmemesi ise siyasal iktidarın işkence konusundaki hassasiyetinin düzeyini göstermesi bakımından önemlidir.
İşkencenin önlenmesi doğrultusunda devletlerin ciddiyet ve kararlılığının bir göstergesi olarak CPT’nin yaptığı ziyaretlerin ardından hazırlanan raporların otomatik olarak (devletin izin vermesi beklenmeden) yayınlanmasını öngören ve Avrupa Konseyi üyesi 12 devlet tarafından onaylanan yeni düzenlemeyi ise Türkiye bırakın onaylamayı gündemine bile almamıştır.
•Avrupa Parlamentosu’nun 7 Haziran 2022 tarihinde tavsiye kararı niteliğinde kabul edilen 2021 yılları için hazırladığı Türkiye raporunda da işkencenin önlenmesi konusunda benzer değerlendirme ve önerilere yer verilmiştir.
•Evrensel Periyodik İnceleme Mekanizması (EPİM), BM Üyesi 193 ülkede insan haklarının durumunun periyodik olarak (beş yılda bir) BM İnsan Hakları Konseyi (İHK) bünyesinde incelendiği/gözden geçirildiği halen en kapsamlı uluslararası insan hakları izleme mekanizmasıdır. Türkiye’nin bu kapsamdaki üçüncü tur incelemesi 28 – 30 Ocak 2020 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Periyodik inceleme kapsamında BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nce hazırlanan rapora dayalı olan konu başlıklarından biri de işkencedir. Raporda Türkiye’deki işkence gerçeği kapsamlı bir biçimde ele alınmış, yapılan eleştiri ve tavsiyeler yetkililere iletilmiştir.
7) Ulusal Önleme Mekanizması İşlevini Yerine Getirmeyen Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu
İşkencenin önlenmesinde etkili ve önemli bir araç olan ‘Ulusal Önleme Mekanizması’ nın işlevlerini yerine getirmek üzere yetkilendirilmiş olan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na (TİHEK) yönelik eleştirilerimizin gerekçelerinde 2023 yılı itibarıyla da hiçbir değişiklik olmamıştır.
12 Aralık 2019 tarihinde yayınlanan Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Alt Komite’nin raporunda ve 28 – 30 Ocak 2020 tarihlerinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler Evrensel Periyodik İnceleme kapsamında yapılan eleştiri ve önerilere karşın TİHEK’i OPCAT ve Paris Prensipleri ilkelerine uyumlu hale getirecek, yapısal, işlevsel ve mali açılardan bağımsızlığını güvence altına alacak hiçbir somut adım atılmamıştır. Hatta önceki yıllarda yasasında yapılan değişikliklerle TİHEK’in yürütme erkine olan bağımlılığı daha da artmıştır.
Kuruluş yasası yarınca OPCAT hükümleri çerçevesinde Ulusal Önleme Mekanizması (UÖM) olarak görev yapmakla vazifelendirilen TİHEK’in yayımladığı ziyaret raporlarında ise ilke ve yöntem hataları bulunmaktadır. TİHEK, 2022 yılında 69, 30 Nisan 2023 itibariyle ise 6 rapor yayınlamıştır. Söz konusu raporlar değerlendirildiğinde alıkoyma yerlerine yapılan önleyici ziyaretlerin, asgari standartlara sahip olmadığı, ziyaretlerin yalnızca şekli olarak yerine getirildiği anlaşılmaktadır.
OPCAT ilkelerine göre UÖM’ler bir soruşturma ya da yargı organı değildir. Oysa TİHEK, bu ilkeye tümüyle aykırı bir şekilde özgürlüğünden mahrum bırakılan ya da koruma altına alınan kişilerin yaptığı başvuruları incelemek, araştırmak, karara bağlamak ve sonuçlarını takip etmek üzere UÖM kapsamında başvuru almakta ve karar vermektedir. Her ne kadar kuruluş kanununun 17.’inci maddesinde yargı ve yasama yetkisinin kullanılmasına ilişkin işlemlerin başvuru konusu olamayacağı belirtilmiş olsa da TİHEK işkence ve diğer kötü muamele iddiaları ile ilgili bir tür soruşturma süreci işleterek ve ‘kötü muamele yasağı ihlalinin yapıldığı ya da yapılmadığı’ şeklinde hüküm vererek adeta yargı işlevini üstlenmektedir. TİHEK’in 2022 yılında bu kapsamda yayımladığı 219 karardan sadece üçü kötü muamele yasağının ihlali yönündedir. 2023 yılında ise 30 Nisan 2023 tarihi itibari ile yayımlanan aynı kapsamda yapılan 93 başvurudan hiçbirinde “kötü muamele yasağının ihlali” yönünde bir karar verilmemiştir. Keza hapishanelerde giderek artan işkence ve diğer kötü muamele uygulamalarına ilişkin son derece ciddi iddiaların olduğu bir dönemde, TİHEK tarafından 1 Ocak 2022 ile 30 Nisan 2023 tarihleri arasında verilen 312 karardan sadece üçü ‘kötü muamele yasağının ihlali’ yönündedir. Kararlara konu olan başvurulara ilişkin değerlendirme ve karar süreçleri, genellikle yazışma yoluyla ve dosya üzerinden inceleme yapılarak gerçekleştiği görülmektedir. İşkence iddialarının bu şekilde soruşturularak yargı üretilmesi İstanbul Protokolü (BM İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Kılavuzu) ilkelerine tümüyle aykırıdır. Kısacası TİHEK, böylesi bir soruşturma ve yargı işlevi üstlenmekle cezasızlığın yolunu açmakta, işkencenin önlenmesi mücadelesine açıkça zarar vermektedir.
Kurumun, özellikle 2015 yılı sonrasında Türkiye’de meydana gelen çatışmalı ortam sırasında ve askeri darbe teşebbüsü sonrası ilan edilen OHAL döneminde yaygın ve yoğun olarak yaşanan insan hakları ihlallerine karşı etkili bir izleme ve soruşturma gerçekleştirmemiş olması da işlevsizliği bakımından ayrıca önemli bir göstergedir.
8) Cezasızlık Kültürü
İşkencenin ülkemizde bu boyutta olmasının en temel nedeni işkence yasağının mutlak niteliği ile bağdaşmayan çok ciddi bir cezasızlık kültürünün varlığıdır. Bu kültürün güçlenmesinde ve yaygınlaşmasında birincil etken ise cezasızlığın bir devlet politikası olmasıdır. Yıllardır her düzeyden devlet ve hükümet yetkilisi, kolluk güçleri tarafından uygulanan şiddeti koruyan hatta teşvik eden ve işkenceyi meşrulaştıran söylem ve davranışlar içinde olmuştur. Son dönemlerde bu tür söylem ve davranışları daha da öne çıkaran siyasi iktidar, aynı zamanda mevzuatta yaptığı düzenleme ve değişiklikler ile cezasızlığı “güvence” altına almaya çalışmaktadır.
Hal böyle olunca, işkence yapan kamu görevlilerinin ve işkence iddialarının resen soruşturulmaması, yapılan soruşturmaların etkin ve bağımsız olmaması, işkence yapan kamu görevlilerinin yargılanması için izin sistemine başvurulması, ceza ertelemeleri, savcı ve yargıçların öznel ve tarafsızlıktan uzak zihniyet yapıları gibi cezasızlığa yol açan nedenleri konuşulamaz, tartışılamaz hale gelmektedir. Aksine işkence ve kötü muamele iddialarını gündeme getiren gazetecilere, avukatlara ve insan hakları savunucularına adli soruşturma ve kovuşturmalar açılmaktadır.
İşkence suçunun kovuşturulması için yasadaki muğlaklık yerini korumaktadır. İşkence suçu nedeniyle yapılan suç duyurusu başvuruları ya çeşitli gerekçeler ile takipsizlikle sonuçlanmakta ya da daha az cezayı öngören ve zamanaşımına tabi olan ‘basit yaralama’, ‘zor kullanma sınırının aşılması’ ya da ‘görevi kötüye kullanma’ suçlarından soruşturulmaktadır.
Bir kayıp yakını ve insan hakları savunucusu Maside Ocak’ın işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla yaptığı bireysel başvuru hakkında 23 Şubat 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan AYM kararı, işkence iddiaları ile ilgili soruşturma süreçlerinde yaşanan sorunlar ve evrensel ilke ve standartlar ile uyumlu olmayan değerlendirmeler konusunda güncel bir örnektir. Cumartesi Annelerinin/İnsanlarının 700. hafta buluşmasında polisin fiziksel ve sözel şiddetine maruz kalan Maside Ocak’ın işkence ve diğer kötü muamele iddialarını kabul edilemez bulan AYM’nin yaptığı değerlendirmeler İstanbul Protokolü ilkelerine aykırı olduğu gibi cezasızlıkla mücadeleye de zarar verici niteliktedir.
Öte yandan işkence yapan kolluk görevlileri hakkında bir şikâyette bulunulması, soruşturma ya da dava açılması halinde işkence görenler hakkında derhal “memura hakaret etmek, mukavemet etmek, bu sırada yaralamak, kamu malına zarar vermek” gibi gerekçelerle karşı davalar açılmaktadır. İşkenceciler aleyhine açılan davalar cezasız kalırken işkence görenler aleyhine açılan davalar kısa sürede ağır cezalar ile sonuçlanabilmektedir. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre 2021 yılında Cumhuriyet Savcılıkları tarafından ‘kamu görevlisine direnme’ suçunu oluşturan TCK’nın 265. Maddesinden 28.646 kişi hakkında kamu davası açılmıştır . Buna karşın aynı yıl içinde işkence suçunu düzenleyen TCK’nın 94. Maddesinden sadece 130 kişiye kamu davası açılmıştır. İşkence ile kamu görevlisine direnme suçlarından açılan davalar arasında görülen bu denli yüksek fark sistematik bir politika olarak sürdürülen cezasızlığın boyutlarını açıkça göstermektedir.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği
İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi”

TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu: Bütünüyle Rant Amacı Taşıyan “Çeşme Projesi”ne Geçit Vermeyeceğiz!

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK), izmir Mimarlık Merkezinde basın açıklaması yaptı. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Aykut Akdemir “Siyasi iktidarın Çeşmeyi sermayenin rant alanı haline getiren projesine izin vermeyeceğiz. TMMOB İzmir İKK Projenin davacılarındandır, Danıştay 6. Dairesi’nin bilirkişi heyetinin ‘Kamu yararına aykırı’ raporuna rağmen, Danıştay 6.Dairenin ‘Hukuka uygun’ kararı verdiğini ‘Bütünüyle Rant Amacı Taşıyan “Çeşme Projesi”ne Geçit Vermeyeceğiz. Bu projeyle ilgili üç tane rapor var. Bu proje uzlaşılabilir bir proje değildir. Bir pazarlık söz konusu olamaz. Akıl ve bilime dayalı konuşuyoruz. Bir hukuk mücadelemiz var. Çeşitli iddialar ortaya çıkabiliyor. Bir pazarlığımız söz konusu olamaz. Biz, Çeşme Projesi gibi rant projelerine karşı duracağız. Kıyıları halktan koparılmasına itiraz edeceğiz” dedi.

Basın açıklamasını TMMOB İKK adına Şehir Plancıları Odası (ŞPO) İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Yusuf Ekici okudu. Basın açıklaması şöyle;

“Basına ve kamuoyuna,
İzmir’de doğal ve kültürel varlıklara, kamusal alanlara yönelik müdahaleler gün geçtikçe artarak devam ederken; TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu ve bağlı odalar olarak kent suçlarına karşı mücadelemize kararlılıkla devam ediyoruz.

Kentimize yönelik çılgın projeler ile ilgili mücadelemizde bizler açısından bütünüyle bir rant projesi olan Çeşme Projesi ve buna ilişkin yürüyen hukuki sürece ilişkin sözümüzü bir kez daha ifade ederek hatırlatma gereği duyduk.

İzmir, Çeşme Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim bölgesi sınırları 2019 yılında belirlenmiş, 2020 yılında ise sınırların yeniden belirlendiği Resmi Gazetede yayınlanmıştı.

Bu yeni kararla birlikte, Çeşme Yarımadasında güneye doğru orman olarak tescilli alanlar, kıyılar, deniz alanı ve koruma alanları, mera alanları, tarım alanları ve hatta Carufa Adası da dahil edilerek, önceki 11 adet turizm alanı ile birlikte Yarımadanın %40’ına tekabül eden bir bölge turizm alanı olarak ilan edilmiş, dolayısı ile bu alanda bir kullanım olanağı yaratılmak istenmiştir.

Bu karar; Çeşme Yarımadasında mevcut devletin hüküm ve tasarrufu altındaki alanların tümünü, 47 km kıyı alanını, yarımadanın kuzey ve güneyinde 4.000 hektarı bulan deniz alanlarını ve bu alanlardaki beş adet adayı, 4,293 hektar orman alanını, 600 ha. mera alanı, içme suyu koruma havzalarının tamamını, bölgedeki doğal koruma alanlarının %70’ini, nitelikli tarım alanları ile zeytinlik alanları, kültürel ve arkeolojik miras alanlarını, yarımadada yerleşim alanları dışında kalan alanların tamamını içeren 16.000 hektarlık (22400 futbol sahası büyüklüğünde) devasa kamu arazisini kapsamaktadır.

Bu kararların hemen arkasından Kültür Turizm Bakanı tarafından bizzat açıklanan, toplantılar ile ortak bir proje olarak ortaya konulan Çeşme Projesi itirazlarımızı ve haklılığımızı ortaya koymuştur.

Bu devasa kamu arazisi ve deniz alanları yatırımcılara irtifak hakkı tesisi suretiyle tahsis edilerek bu alanın tümünde ve adaları da içeren deniz alanlarında halkımızın girişine kapalı imtiyazlı bir azınlığın kullanımına özgülenmiş, girişi denetimli, bağımsız özel bir yetki alanı oluşturulacaktır.

Bu devasa kamu arazisinin ve deniz alanlarının irtifak hakkı sahibine devri karşılığı alınacak bedel kamu harcamaları için kullanılamayacak sadece alanın alt yapı yatırımlarına harcanabilecektir. Yani irtifak bedeli dahi kamuya değil yatırımcının hizmetine sunulacaktır.

Tahsis edilecek kamu arazisi ve deniz alanları nadir bir ekosistemi barındırmaktadır. Alan, Doğal sit alanları, su koruma havzaları, orman alanları ile çok özel niteliklere haizdir. Ancak alanın bu çok özel niteliklerine müdahale edilerek, imtiyazlı bir azınlığın hizmetine sunulmak üzere; mega yat limanları, golf sahaları, kıyı otelleri, lüks konut ve rezidanslar vb. yapılacaktır.

Kararın iptali için yürüttüğümüz hukuki süreç devam etmektedir. Konu ile ilgili yayınladığımız Çeşme Projesi Raporu, dava sürecinde bilirkişi raporları, yaptığımız açıklamalar, bilim insanlarının görüşleri ortaktır: Proje kamu yararı içermemektedir.

Yarımada; arkeolojik sit, doğal sit alanları, orman, tarım alanları, sulak alanlar, koruma alanları, endemik türler, su kaynakları gibi ekolojik ve biyolojik çeşitliliği ile son derece özel bir bölge. Yarımada Bölgesi kapsamında yapılan Doğal Sit derecelerinin değiştirilmesi süreçlerinde de koruma kaygısından çok alanın korunması gereken özel değerlerinin tahribatı ve yok olmasına yol açacak yapılaşma ve faaliyetlere izin verecek şekilde sit statülerinin düşürüldüğü gerçeği ile karşı karşıyayız. Bölgede gerçekleştirilen ve geçmişte de davacı olduğumuz doğal sit statülerinin değiştirilmesi kararlarının, yine TMMOB olarak da davacısı olduğumuz Turizm Alanı İlanı Kararı, Çeşme Projesi gibi süreçler ile ilişkisi ve bu ve benzeri projelere yönelik ardışık etki yaratacak izinler ilişkisi aynı zamanda kurumsal yürütülen bir tahribatın da parçasıdır. Bu noktada yapılan uygulama ile bölgede izin verilen ve önü açılan faaliyet ve yatırımlar mevcut doğal ve ekolojik yapıyı bozacağı gibi getireceği ilave çevresel yükler ve ihtiyaçlar ile de bölgenin son derece kısıtlı olan kaynaklarına yönelik de ilave baskılar yaratarak kirletici etkiler oluşturacaktır.

Her mevzuat düzenlemesinin altında kamu yararı taşımayan, kentlerimiz, doğal yaşam alalarımızın tahribine yol açacak uygulamaların önündeki engelleri kaldıran mekanizmalar olarak karşımıza çıktığı bugünlerde bu uygulamaların geri dönülemez sonuçları olacağı çok açıktır.

İktidarın kentlerimize, yaşam alanlarımıza yönelik kar hırsı, rant baskısı bugünlerde tekrar dile getirilmektedir. Bizler bilimden, kamudan, doğadan yana bakan, toplum yararına mücadelesinden vazgeçmeyen meslek odaları olarak bir kez daha paylaşıyoruz. Çeşme Projesi ile ilgili olarak dün neredeysek, bugün de oradayız. Kentimizi, Yarımadayı, kamuya ait alanları ranta teslim edecek, halkın girişini engelleyecek, belli bir kesimin zenginleşmesi için önümüze konulan “turizm projesi ve kalkınma” adı altında rant projesine karşı mücadelemizi sürdüreceğiz.

Unutulmasın ki; Anayasa’nın 135. maddesinde TMMOB’a tanımlanan yetki ve görevler kapsamında halkımızın geleceğini tehlikeye atacak hiçbir kent suçuna karşı sessiz kalmayacak, toplumun ve doğanın ortak yararı için mücadelemize inatla devam edeceğiz. Kamuoyu tarafından da bilindiği üzere meslek odalarımız, kamuyu ilgilendiren her uygulamayı bilimsel ve hukuki yönden inceleyerek, uygulayıcısı kim olursa olsun, kamu yararına hizmet etmeyen uygulamalara itiraz etmiş ve davalar açmıştır; açmaya devam edecektir.

Yaşanabilir kentler için; yaşamın bugünü ve geleceği için, yaşamına sahip çıkan, emekten ve doğadan yana tüm kurum ve kuruluşları akıl dışı girişimlere karşı ortak mücadeleye davet ediyoruz.

Biz mücadelenin parçasıyız, herkesi burada olmaya davet ediyoruz.
Kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.
TMMOB İZMİR İL KOORDİNASYON KURULU”

İzmir, Eskişehir, Tekirdağ illerinde okullara din görevlisi atanması protesto edildi.

Birçok ilde, okullara imam, müezzin, vaiz gibi din görevlilerin atanmasını sağlayan ÇEDES protokolüne karşı eylemler yapıldı.

Milli Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” isimli ÇEDES projesi kapsamında, öncelikle İzmir, Eskişehir ve Tekirdağ pilot kentler olarak seçildi. İzmir’de 842 okula “Manevi Danışman” adı altında İmam, vaiz ve din hizmetleri uzmanı görevlendirildi.

Merkezi olarak bir araya gelen “Eğitim Sen, Öv-Der, Veli-Der, Yeni Kuşak Köy Enstitülüleri Derneği, Halkevleri, Alevi Bektaşi Federasyonu, Demokratik Alevi Dernekleri, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Alevi Kültür Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı” kurumlar ortak bir metin hazırlayarak, birçok ilde alanlara çıkarak laisizme aykırı bu uygulamayı protesto etti, ve açıklama yaptı.

İzmir’de de Konak İşbankası karşısında bir araya gelen Eğitim-Sen Şubeleri, kitle örgütleri ve İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri ve İzmir CHP Milletvekili Gökçe Gökçen “Laikliği ve laik eğitimi hedef alan politika ve uygulamalara derhal son verilmelidir” yazılı pankart arkasında toplanarak, sık sık “Okullarda imam istemiyoruz”, “AKP elini çocuklardan çek” ve “Parasız bilimsel demokratik eğitim”, “İmam Camiye, öğretmenler okula”, “Laik bilimsel demokratik eğitim”, “Parasız demokratik laik anadilde eğitim”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Karanlığa teslim olmayacağız” sloganlarını attı.
Açıklamayı Eğitim-Sen 1 nolu Şube Başkanı Necip Vardal okudu. Açıklama şöyle;

“LAİKLİĞİ VE LAİK EĞİTİMİ HEDEF ALAN
POLİTİKA VE UYGULAMALARA DERHAL SON VERİLMELİDİR!

Türkiye’de siyasi iktidarın eğitim sistemini siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda, dini kural
ve referanslara göre biçimlendirme isteği yetkili konumlardaki kişiler tarafından sıklıkla ifade
edilmiştir, çeşitli uygulamalarla bu istek yaşama geçirilmiştir. Son yıllarda, Millî Eğitim Bakanlığı
ile Diyanet İşleri Başkanlığı, dini vakıf ve dernekler arasında çok sayıda iş birliği protokolü
imzalanmıştır. Bu ortak projeler üzerinden eğitimi dinselleşme süreci hızlandırılmış, doğrudan laik
eğitimi ve laik yaşam tarzını hedef alan uygulamalar hayata geçirilmiştir.

Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı ortaokullar ve imam hatip okulları, Gençlik ve Spor
Bakanlığı’na bağlı il/ilçe spor müdürlükleri/Gençlik merkezleri ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na
bağlı Diyanet Gençlik Merkezleri iş birliğinde yürütülmekte olan “Çevreme Duyarlıyım,
Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi” (ÇEDES) kapsamında bir süredir ülke çapında toplantılar
yapılmakta ve çeşitli kararlar alınmaktadır.

ÇEDES Projesinin amacı “Öğrencilerimizin millî, manevi, ahlaki, insani ve kültürel
değerlerimizi benimseyen, koruyan, geliştiren ve kendi yaşantılarında inşa eden fertler olmalarına,
çağın ve geleceğin becerileriyle donanmış, bu donanımı insanlık hayrına sarf edebilen, bilime
sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı, aklı selim, kalbi selim ve zevki selim sahibi, bedensel ve sosyal
bakımdan dengeli bireyler olarak yetişmelerine katkı sağlamak” olarak ifade edilmektedir. Dini ve
manevi değerleri merkeze alan ÇEDES Projesi, etkin bileşeni din referanslı kurumlar olması
nedeniyle laik-bilimsel eğitim anlayışına ve eğitim bilimlerine aykırı bir çerçevede hazırlanmış ve
uygulanmaya başlamıştır. Bu proje kapsamında, Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor
Bakanlığı hem programa katkı sağlayan hem de “temsilci öğretmen” kanalıyla öğrencileri bulan ve
kamu mekânlarını kullandıran kurumlar olarak işlev görmektedir.

“Öğrencilere milli, manevi, ahlaki, insani ve kültürel değerlerimizin benimsetilmesi amacıyla
tüm lise, ortaokul, ilkokul ve anaokulları ile il merkezi ve ilçelerde bulunan tüm cami ve Kur’an
kursları”nı kapsayan proje, Milli Eğitim Müdürlükleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı il
müftülükleri aracılığıyla okullara öğrencilerin sözde ‘manevi gelişimini desteklemek’ amacıyla
‘manevi danışman’ görevlendirmelerinin önünü açmaktadır. Bu bağlamda pedagojik eğitimi
bulunmayan vaiz, imam hatip, Kur’an kursu öğreticileri, İzmir ve Eskişehir başta olmak üzere
çeşitli illerde görevlendirilmeye başlanmıştır. Protokolde ifade edildiği biçimiyle, “öğrencilerin
moral ve motivasyonlarını artırıcı rehberlik hizmetlerinde bulunan” ‘manevi danışman’lara
atfedilen kimi işlevler dört yıllık eğitim fakültesi mezunu psikolojik danışmanlarla, zaten yıllardır
sürdürülmektedir.

1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 56. Maddesine göre “Eğitim ve öğretim
hizmetinin, bu kanun hükümlerine göre Devlet adına yürütülmesinden, gözetim ve denetiminden
Milli Eğitim Bakanlığı sorumludur.” ÇEDES Projesi, 1739 sayılı kanuna aykırı olarak eğitim
hizmetinin yürütülmesini, gözetilmesini ve denetlenmesini Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve
Spor Bakanlığı ile paylaşarak gözetim, yürütme ve denetim görevini ihlal etmektedir. MEB, böylece
okulların çocuğun üstün yararı ve kamu yararına işlev görme niteliğini sekteye uğratmaktadır. Yine
ÇEDES Projesi, öğrencilerin hem okulda hem de okul dışı ve yaz tatillerindeki geçirdiği zamanları
ele geçirerek okulu ve öğrencileri dini referanslı eğitim anlayışı ile siyasallaştırmaktadır. Sorumlu
kurumlarca yeterince denetlenmeyen, kamusal alana açık olmayan bu alanlarda çocuğa yönelik
yaşam hakkı ihlali, fiziksel şiddet, ekonomik şiddet ve çocuk ihmali ve istismarı olaylarını kamuoyu
yakından gözlemlemiştir.

Eğitimin bütün kademelerinde eğitimin niteliğini yükseltmek, çocukların özgür ve sağlıklı
bireyler olarak yetiştirilmesi için somut adımlar atılması gerekmektedir. Ancak MEB, bugüne kadar
yaptığı gibi, din ve inanç alanı gibi son derece hassas bir konuda “tek din, tek mezhep” yaklaşımıyla
hareket ederek okullarda öğrencilere dini ve manevi değerleri aktarmayı kendisine görev edinmiştir.
ÇEDES Projesi iktidarın eğitim sistemini siyasal-ideolojik çizgisi ve dini-kültürel ihtiyaçları
doğrultusunda biçimlendirme hedefinin son örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hiçbir toplum birbirinin aynı ve tamamen aynı düşünen, aynı inancı paylaşan, aynı ‘manevi
değerleri’ benimsemiş insanlardan oluşmamaktadır. Laiklik anlayışı gereği farklı, inanç, düşünce ve
değerler karşısında tarafsız olması gereken bir devletin, sadece bir dinin ve mezhebin öğretilerini,
sadece belli bir inancın benimsediği manevi değerleri tüm okullarda ‘tek doğru’ olarak öğretmeye
çalışması doğru bir uygulama olmadığı gibi, farklı inançtan öğrencilere yönelik açık bir dayatma ve
ayrımcılıktır.

Eğitim kurumlarının herhangi bir şekilde dini içerikli proje ve etkinliklerin mekânı haline
getirilmesinin okullara ve eğitim sistemine olumlu anlamda en küçük bir katkısının olmadığı açıktır.
Okullarımız, farklı inanç gruplarının her birinin eşit değerde görülmesi gereken, hiçbir öğrencinin
inancı ya da felsefi düşüncesi nedeniyle ayrımcılığa uğramadığı kurumlar olmak zorundadır.
Öğrencilerin inancı ya da kimliği nedeniyle ötekileştirilmesine ve ayrımcı uygulamalarla karşı
karşıya kalmasına neden olacak her türlü girişime son verilmelidir.

Laikliğin varlığı, din ve mezhep farklılıkları üzerinden farklı inançtan ve mezhepten insanların
birbiriyle çatışmalarına son vermek, her inancın kendisiyle ve diğer inançlarla eşit haklar temelinde
ilişki kurmasını güvence altına almak açısından önemlidir. Değişik din, mezhep, inanç ve dünya
görüşünden insanların gerçek anlamda “eşit yurttaş” olarak kabul edilmesi, devletin bütün inançlara
eşit mesafede ve tarafsız yaklaşmasına, günlük yaşamın her alanında okulda, üniversitede,
işyerinde, sokakta, farklı kimlik, inanç ve dünya görüşleri arasında ayırım yapılmamasına bağlıdır.
ÇEDES projesi bu yönüyle hem laikliğe hem de laik eğitim anlayışına temelden aykırılıklar içeren
bir düzenlemedir.

Türkiye’de eğitim politikalarının merkezinde yer alan “tek din, tek mezhep” anlayışının, farklı
kimlik ve inançlara karşı önyargıları diri tutan ve milliyetçilik temelinde yükselen resmî ideolojiyi
besleyen ‘manevi değerler eğitimi’ uygulamasının okullardan başlayarak ülkede yaratılan
kutuplaştırmayı derinleştirmesi kaçınılmazdır. Böylesi bir uygulama hem çocukların sağlıklı
gelişiminin hem de eğitim sisteminde eşit, özgür ve bilimsel düşüncenin ilerlemesinin önünde
önemli bir engeldir.

Milli Eğitim bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı, bizzat iktidar
eliyle hayata geçirilen ve birbirinden ayrı olması gereken eğitim alanı ile inanç alanlarının birbirine
karıştırılmasına yönelik ÇEDES ve benzeri uygulamalardan derhal vazgeçmelidir.

Çocuklarımız, ÇEDES ve benzeri projelerle siyasi iktidarın siyasal-ideolojik hedeflerinin
parçası haline getirilemez! Bu konuda eğitim emekçileri başta olmak üzere, öğrencilerimizi,
velilerimizi ve demokratik kamuoyunu birlikte tavır almaya ve ortak mücadeleye davet ediyoruz.
Aşağıda isimlerini belirttiğimiz kurumlarımız olarak okulları dini referanslı faaliyet ve
etkinliklerin değil, laik ve bilimsel eğitimin mekânları olması için yürüttüğümüz mücadelemizi
kararlılıkla sürdüreceğimizin bilinmesini istiyoruz.

EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ SENDİKASI
TÜM ÖĞRENCİ VELİLERİ DAYANIŞMA DERNEĞİ (ÖV-DER)
ÖĞRENCİ VELİ DERNEĞİ (VELİ-DER)
YENİ KUŞAK KÖY ENSTİTÜLÜLER DERNEĞİ
HALKEVLERİ
SOSYAL HAKLAR DERNEĞİ
ALEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU
DEMOKRATİK ALEVİ DERNEKLERİ
PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ
ALEVİ KÜLTÜR DERNEKLERİ
HACI BEKTAŞ VELİ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI”

İzmir’de Gezi Direnişinin 10.yılı; Karanlık gider Gezi kalır. Gezi tutsakları onurumuzdur.

Gezi direnişinin 10. yılında İzmir’de TMMOB İl Koordinasyon Kurulu çağrısıyla katılımcılar İzmir Mimarlar Odası önünde toplanarak “Gezi tutukluları serbest bırakılsın! Gezi Onurumuzdur. (TMMOB) Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği pankartı açarak, Türkan Saylan Kültür Merkezi önüne yürüdü. Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde toplanan emek ve demokrasi güçleriyle birleşerek, basın açıklaması yaptı. İzmir TMMOB İL Koordinasyon Kurulu temsilcisi Aykut Akdemir, ” bugün birçok ilimizde TMMOB temsilcileri Gezi direnişinin 10.yılında aynı açıklamayı okumaktadır” dedi. Gezi’de ve özgürlük mücadelesinde yitirdiklerimiz için saygı duruşu yapıldı. Basın açıklamasını Maden Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu üyesi Kemal Çakmak okudu.

Basın açıklaması şöyle

“GURUR DUYUYORUZ!
Gezi’nin onuncu yılında, şehir şehir dalga dalya yayılan, yasaklara, hukuksuz cezalara, baskıya, ranta, talana, yalana, tüm ayrıştırma politikalarına karşı yan yana durduğumuz, sesimizi çığa dönüştürdüğümüz o şanlı direnişten hala ilk günkü gibi gurur duyuyoruz!
“GEZİ’de ben de vardım” diyenlerle…
“GEZİ bizim demokrasi çığlığımızdı; O çığlık bu ülkenin semalarında dolaşmaya devam ediyor ve edecek” diyenlerle…
“GEZİ’yi ömrünün en renkli, en coşkulu, en heyecanlı ve en güzel günleri arasında anımsayanlarla…
Ülkeyi karanlığa boğan rantçı, piyasacı, kadın düşmanı siyasetin karşısında GEZİ Parkı’nın; eşitlikçi, paylaşımcı, doğayı ve emeği koruyan ve kadınların önde saf tuttuğu başka bir dünya mümkün diyenlerin yanında duranlarla…
Bunca ötekileştirme, düşmanlaştırma çabalarına rağmen GEZİ’nin o bir aradayız ruhundan da güç alarak birlikte yaşama iradesini, taleplerinden ve haklarından en ufak bir geri adım atmadan sürdürme kararlılığını gösterenlerle….
Tek bir kız kardeşlerini bile yalnız bırakmayan kadınlarla, yok sayılmaktan öte siyasi iktidar sahipleri tarafından nefret objesi haline getirilmelerine rağmen buradayız ve burada var olmaya devam edeceğiz kararlılığını gösteren LGBTİ bireylerle…
Gündüz işte gece direnişteyiz diyen beyaz yakalılarla, şehrin bütün parklarını Gezi parkına dönüştüren işçilerle, işsizlerle, emeklilerle…
Coşkusu, enerjisi ve kararlılığıyla bu ülkede haksızlıklara hukuksuzluklara adaletsizliklere her zaman karşı çıkanlar olacağını gösteren gençler ve ruhu hep genç kalanlarla…
Gurur duyuyoruz! Gurur duymaya da devam edeceğiz…
Bu memleket aydınlığa kavuşsun diye gencecik yaşlarında hayatlarını kaybeden, bizden ayırdıkları Berkinimizin, Ali İsmailimizin, Abdocanımızın, Mehmetimizin, Ethemimizin, Ahmetimizin, Medenimizin ve Hasan Feritimizin anılarıyla gurur duyuyoruz.
Gezi direnişinde gözünü kaybedenlerin, yaralananların, yargılananların, işsizliğe, sürgüne mahkum edilenlerin, ödetilen her bedele karşın Gezi’nin anısına toz kondurmayan tavırlarıyla gurur duyuyoruz!
6 Şubat Depremlerinde bir kez daha haklılıkları ispatlandığı üzere, sağlıklı ve dayanıklı kentlerde yaşama hakkını hukukla ve meslek ilkeleriyle savunarak Gezi’yi bir afet toplanma alanı olarak koruyan, bu ülkenin demokrasi güçleri ve demokrasiye omuz veren yurttaşlarıyla gurur duyuyoruz!
Gezi’nin bizlere öğrettiği dayanışmacı anlayışla, yaşanan kamu zaafiyetlerine ve engellemelerine rağmen acıları dindirmek ve yaraları sarmak için depremin ilk saatlerinden itibaren ülke bütününde seferber olan, geleceğimize umut olmaya devam eden birliktelik ile gurur duyuyoruz!
Tüm ülkeyi şehir şehir “Her yer Taksim her yer direniş” sloganıyla inleten, haklarına, kentine, doğasına, memleketine sahip çıkan milyonlar adına, bütünüyle haksız, hukuksuz, delilsiz, mantıksız ve vicdansız tutum ve kararlarla 5,5 yıldır hapiste tutulan Osman KAVALA ile Gezi’nin onurlu bakiyesini bizler adına taşıyan, tutuklulukları bir yılı aşan Mücella YAPICI, Tayfun KAHRAMAN, Hakan ALTINAY, Çiğdem MATER, Can ATALAY ve Mine ÖZERDEN’le gurur duyuyoruz!

T

VE…
Ülkemizin adaletsiz, hukuksuz, farklı görüşlere tahammül edilmeyen, demokratik talep, tepki ve eylemlerin doğrudan doğruya suç kapsamına alınan bir anlayışla yönetilmesine,
Yargının bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına, dosyaları okumayan, delillere bakmayan, direktifle kararlar veren mahkemelere,
Hak arayanı biber gazına boğulmasına, polis şiddetine maruz bırakılmasına, ülkenin gençlerinin, eğitimli, kültürlü kesiminin, muhaliflerin, emeği sömürülen işçilerin; baskı, ekonomik kriz, geleceksizlik, liyakatsizlik yüzünden bir nefes, bir huzur arayışı ya da hayatta kalabilme çabasıyla kalbini memleketinde bırakıp bu ülkeden göç etmek zorunda bırakılmasına
KARŞIYIZ!
Karşı olmak pasif bir tutum değil bizler için aktif bir tavırdır.
Devletin tüm imkânlarının iktidar adına kullanıldığı, dünya tarihinin gördüğü en adaletsiz seçimlerinden birinden çıkan sonuç bizi umutsuzluğa sürüklemeyecek.
Aksine, eşitlik özgürlük ve adalet için tüm farklılıklarımızla Gezi’de olduğu gibi birbirimizin elinden tutmakta inat ediyoruz.
Gezi’de kapısını araladığımız o coşkulu, heyecanlı, bir arada, umutlu, paylaşımcı, dirençli “bir başka dünya” için mücadele etmeye devam ediyoruz.
Bilsinler ki bizim pusulamız Gezi’dir.
İnsanca, özgür, adil, refah içinde, demokratik bir yaşam talebimiz ve hak arayışımız hep sürecek.
Onuncu yaşında da, Gezi’yi hep genç kılan, bizi hep ayakta tutan, tüm hayallerimiz gerçek olana kadar dilimizden düşmeyecek olan sloganıyla anıyoruz Gezi Direnişini
Ve bu sloganla karşılıyoruz önümüzdeki dönemi
Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!
Bu gurur hepimizin! Diyoruz…
KARANLIK GİDER, GEZİ KALIR!”

Sandığa oy kullanmaya çağrı

İŞÇİLER, EMEKÇİLER
İşçilerin, emekçilerin uzun sürelerle, güvenli, insanca çalışma koşullarından uzak ömürlerini tükettiği, sendika seçmenin işten atılma nedeni olduğu, yasal olarak alınan grev kararların bir yıl içerisinde %70 inin yasaklandığı; Soma ve Bartın örneklerinde olduğu gibi katliam gibi iş cinayetlerinin yaşandığı, önlem alınmadığı, gerçek sorumluların gizlendiği ; emekliğin “hayal” olduğu; yaygın olan kayıt dışı çalışmanın görmezlikten gelindiği;
KADINLAR
334 Kadının cinayet sonucu katledildiği 245 kadının “şüpheli biçimde” ölü bulunduğu; kadının ucuz iş gücü, reklam malzemesi, cinsel nesne olarak görüldüğü bir sosyal yapı içerisinde her tür şiddetin meşrulaştığı; tecavüz ve tacizcilerin, faillerin gerçek anlamda cezalandırılmadığı; kadının şiddet karşısında yasal dayanağı olan yasa ve sözleşmelerin kaldırıldığı, kalan güdük hakların hedef tahtasına koyulduğu, kadın-erkek eşitliğinin lafını dahi istemeyip kadın düşmanı radikal dinci çevrelerle ittifak yapıldığı;
GENÇLER
Gençlerin kendilerini gelecekten umutsuz, yalnız; İstanbul da kendini Marmaray ın altına atan Kübra Ergin örneğinde olduğu gibi “gençliği çalınmış hissettiği”; Enes Kara örneğinde olduğu gibi binlerce gencin cemaat, tarikat baskısı altında umarsız, güvencesiz kaldıkları; çalışma yetenek ve becerisindeki gençlerdeki işsizlik oranının resmi olarak % 19.4 olarak gerçekleştiği;
ÇOCUKLAR
Çocuk yaşta işçilik yapmak zorunda kalan, çocuklukları çalınan; ana-babasının bin bir zorlukla okula gönderip de beslenme çantası boş, mideleri aç, okul malzemeleri eksik çocuklarımızın neşesini çoğaltamadığımız; kız çocuklarımız başta olmak üzere küçük yaştaki evlatlarımıza taciz ve tecavüzü engelleyemediğimiz, küçücük yaştaki çocukların dinci eğitim altına alınmasının yaygınlaşmasına engel olamadığımız; çocuklarımıza kişiliklerini özgürce geliştirebilecekleri toplumsal güvence ortamı sağlayamadığımız, cemaat ve tarikatların ellerine geçmesine mani olamadığımız;
YAŞAM PAHALLILIĞI
İşçi, emekçi ortalama aylığının 8500 Tl , açlık sınırının 9.814 TL olduğu; insanların açlık sınırının altında sürünerek yaşadığı; asgari ücretin metropollerde neredeyse bir kiraya denk geldiği,temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarının sağlıklı beslenmeyi yok ettiği, insanca yaşamanın mümkün olmadığı;
On bir ilde deprem sırasında ve sonrasında yaşananların ancak bir “kabus” ya da felaket olarak tanımlanabileceği, yıkımların, kayıpların bilançosunun bile hala net olmadığı, yaraların hala kanadığı;
CEZAEVLERİ nde 349 893 kişi sayısıyla “rekor” yaşandığı; geçtiğimiz yılda 78 mahpusun yaşamını yitirdiği, 25 kuşkulu ölümün yaşandığı, tecrit uygulamalarının keyfi, hukuksuz biçimde uygulandığı, 651 i ağır olmak üzere 1517 hasta mahpusun her geçen gün ölüme yaklaştığı; her muhalifin potansiyel “suçlu” olabildiği;
BASIN YAYIN DÜNYASI
Basın yayın kuruluşlarında çalışan emekçilerin mesleki faaliyetlerinin kolaylıkla “suç” kapsamında görülerek özgürlüklerinden yoksun bırakıldıkları, yargı kıskacına alındığı, fiziksel engelleme ve tacize uğradıkları; düşünce-ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı, tehdit altıda olduğu bir ülkede 28 Mayıs’ta cumhur başkanlığı için ikinci tur seçimi yapılacak.
YAŞANTIMIZDAN, HAKLARIMIZDAN, KAZANIMLARIMIZDAN, MÜCADELEMİZDEN VAZ GEÇMEYECEĞİZ.
İKİNCİ TUR SEÇİMLERDE SANDIKTA OY KULLANMAYA, TEK ADAM DİKTATÖRÜĞÜNÜN, DİNCİ FAŞİST SİSTEMİN YERLEŞMEMESİ İÇİN ERDOĞAN’A KARŞI OY KULLANMAYA ÇAĞIRIYORUZ!
İmece Dostluk Dayanışma Derneği

İZMİR EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ: GELECEĞİMİZ İÇİN…AYDINLIK İÇİN.. KÖTÜLÜKLE MÜCADELE İÇİN SANDIK SEFERBERLİĞİNE ÇAĞRI .SANDIĞA HAYATINA GELECEĞİNE SAHİP ÇIK.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri “Sandığa git, geleceğine sahip çık” pankartı arkasında toplanarak, basın açıklaması yaptı. Açıklama sırasında “faşizme karşı omuz omuza”, “gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Yılgınlık yok direniş var”, “Karanlığa teslim olmayacağız”
sloganları atıldı. Yeşil Sol Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın da eyleme katıldı.

Açıklamayı KESK Dönem Sözcüsü Necip vardal okudu. Açıklama şöyle;

“Ülkemizin geleceği açısından cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden birini geride bıraktık. Basın ve sosyal medyada seçimde yapılan usulsüzlüklerle birlikte, yılgın ifadelerle de karşılaşıyoruz. Seçimin bizler açısından kazanılamamış olması bir gerçeği gölgeliyor: her tür eşitsiz duruma, devletin tüm imkanlarının seferber edilmesine, usulsüzlüğe, hırsızlığa, hile ve baskıya karşın bu kez atı alıp Üsküdar’ı geçemediler. Evet, sonucu bu ülkenin emekçilerinin, gençlerin, kadınların, halkların başka bir hayat için verdiği mücadele lehine tescil ettirememiş olabilir muhalefet; fakat unutulmaması gereken asıl nokta, AKP’li cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçilme yeterliliğine ulaşamamış olması, ilk turu kaybetmiş olmasıdır. Bizler ise henüz kaybetmedik. Önümüzde kazanılacak bir ikinci tur var!

21 yıllık iktidarında AKP’nin ülkeyi sürüklediği uçurum, geçim derdi, şiddet, sömürü ve deprem felaketi bu zihniyetle ve rejimle devam edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Seçim sonuçları halkın çoğunluğunun AKP’nin yarattığı bu yağma, talan, sömürü ve felaket rejimini değiştirme iradesi gösterdiğini ortaya koymuştur.
Seçim sürecinde seçim ve sandık güvenliğinin her aşamada ne kadar önemli olduğu, buna uygun bir örgütlenmenin geliştirilmesinin hayati derecede önem taşıdığı da bir kez daha görülmüştür. Yapılan hatalardan ders çıkarmanın, 28 Mayıs’a kadar olan süreçte örgütlülüğü güçlendirerek halkın taleplerini dillendirip bu değişim iradesini nihayete ulaştırmanın esas alındığı bir mücadele hattına ihtiyaç vardır.
28 Mayıs gününe kadar hepimize çok görev düşüyor. Şimdi umudumuzu yitirmeden, AKP rejimini değiştirme iradesi gösteren tüm kesimlere bu umudu yeniden aşılayarak, yapılacaklara odaklanma ve geniş toplumsal kesimlerin birlikteliğini harekete geçirme zamanıdır.

Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da deprem bölgesine yönelik kullanılan ayrıştırıcı bir dilin ortaya çıkmasıdır. Bu dili gerçekten doğru bulmuyor ve reddediyoruz. Böyle bir mağduriyeti yaşayan ve çok büyük bir özveriyle deprem bölgesine gidip oylarını kullanmaya çalışan insanların yaşadığı travma ve pratik değerlendirildiğinde, deprem bölgesindeki insanların eleştirilmesini doğru bulmuyoruz.
Tek adam rejiminin devamı, daha çok baskı, sömürü, iş cinayetleri, yoksulluk, şiddet, savaş, gericilik, yağma ve talan demektir. İşte 28 Mayıs’ta bu rejime karşı eşit ve özgür bir yaşamın filizlenmesi arasındadır asıl seçim.
Biliyoruz ki bu zamana kadar kaybettiğimiz haklarımız, güvencesizlik, yoksulluk, sömürü, inşa edilen antidemokratik hayattan bağımsız değil. Emekçiler, ezilenler, kadınlar , gençler bu gidişatı tersine çevirebilecek, halka umut olabilecek mücadele birikimine sahiptir.

Geleceğimizi yaşanabilir kılacak, gençlerimizi yaşatacak bir memleket hedefiyle, kalan zamanda yapılacaklara odaklanmak her birimizin görevidir. Umudu kırılanları tekrar oy kullanmaya ikna etmek, depremden etkilenen ve sadece oy kullanmak üzere bölgeye giden insanlarımızın yeniden oy kullanmak üzere bölgeye gidişlerine destek olmak, bir kez daha oyların türlü hilelerle çalınmasına izin vermemek için seçim ve sandık güvenliği ile ilgili her dayanışmayı göstermek sorumluluğumuzdur.

Bilinmelidir ki çürümüş faşizmin devlet olanakları, baskı, şiddet ve sandık hileleriyle bir süre daha ayakta kalması halklarımıza yeni acılar yaşatacaktır. Buna izin vermemek ellerimizdedir. Bunun için hala tamamlanmamış seçim süreci büyük bir fırsattır. Karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılmadan önümüzdeki on gün içinde bu karabasana son verebilir ve kötülüğü sonlandırabiliriz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu muhteşem bir son ve yeni bir başlangıç yapma fırsatı elimizdedir

Biz bu seçimi kaybetmedik! Ancak kazanma irademizi gasp ettiklerinde gerçekten kaybetmiş oluruz. İrademiz kimsenin ipoteğinde değil. Şimdi geleceğimizi ve gençleri kazanma zamanıdır. Emekçiler, ezilenler, kadınlar, gençler ,halklar bu kalan sürede bir seferberlikle bu umudu büyütmek, emekçilerin ve halkın taleplerini dillendirmek ve değiştirebileceğimizi göstermekle yükümlüdür.
SANDIĞA, HAYATINA,GELECEĞİNE SAHİP ÇIK…

İzmir Emek Demokrasi Güçleri”

KESK İzmir Şubeler Platformu; tek adam rejimini, 14 Mayıs da tarihin karanlık sayfalarına gönderme gibi bir görevimiz var.

Karşıyaka ilçesinde Çarşı girişinde, KHK’li eğitim emekçileri 253. hafta basın açıklaması ve oturma eylemini gerçekleştirdi. İzmir Emek ve Demokrasi güçleri ve Yeşil Sol Parti 1. ve 2. bölge adayları da eyleme katıldı ve katılımcıları selamladı. KESK İzmir Şubeler Platformu Dönem Yürütmesi Adına BTS İzmir Şube Başkanı Erdal Akyol açıklamayı yaptı.

Açıklama şöyle,

“15 Temmuz darbe girişimi sonrası siyasi iktidar hukuku lağvederek OHAL ve KHK ile yönetilen bir rejime geçiş yaptı. OHAL döneminde gece yarısı çıkarılan KHK’ler ile yüzbinleri aşan insan savunma hakkı bile tanınmadan ihraç edildi.

Kendi sesinden başka sese tahammülü olmayan bu iktidarın yarattığı sistemin sonucunu emekçiler canlarıyla ödedi. Dört bir yandan kuşatmaya dönüştürülen bu cezalandırma politikası nedeniyle insanlar yaşamlarını yitirmiş, ağır hastalıklara yakalanmış, tedavi olanağı dahi bulamamışlardır. Aileleriyle birlikte yüzbinlerce insanın anayasal haklarının ellerinden alınarak açlık ve sefalete mahkûm ettirilerek biat ettirilmeye çalışılması insan hakkı ihlalidir ve insanlık suçudur.

KHK lı kesklilere aclıgı sefaleti ağaç kabuğunu reva görenler öte taraftan fetöcülere milyarlık ihaleleri vermeye devam ediyorlar. 17-25 Aralık operasyonlarında bizzat ortagı tarafından suç duyurusunda bulunularak gözlatına alınan Taş Yapı İnşaat Şirketi Baskanı Emrullah Turanlı daha dün Konya Rayın altyapı ihalesi her zaman ki gibi pazarlık usulü ile adrese teslim olarak 1.8 Milyarlık TL ye verilmiştir. Turanlının şirketi 2011-2023 arasında 27 ayrı ihale ile 16.6 milyarlık iş almıstır.

Seçimlere kısa bir süre kala TÜİK Gelir Dağılımı İstatistikleri 2022 Araştırma sonuçları 4 Mayıs 2023 tarihinde yayımlandı. TÜİK tarafından yayımlanan gelir dağılımı istatistiklerinde bile son yıllarda gelir dağılımı bozulmasının önemli oranda arttığını ortaya koyuyor. Üzerinde kıyamet kopması gereken bir gelir adaletsizliği var ama hamasi konularla seçimin gerçek gündemi örtülmeye çalışılıyor.

Ama hiçbir örtü gerçek gündemi örtmeye yetmiyor. Seçim yaklaştıkça meydanlar, çanların tek adam rejimi için daha bir yüksek sesle çaldığını gösteriyor. Bunun içindir ki seçimi ikinci tura bırakmak için çabalayan iktidar, toplumda korku iklimi yaymaya çalışıyor. Muhalefetin seçim ofisleri, parti binalarına yönelik saldırılar, mitiglerdeki provokasyonlar, muhalefeti terörle eş tutan pankartlarla kitlesini konsolide etmenin arayışında. İktidarın saldırılarına tepki gösteren geniş halk kesimleri ise “Size verecek daha fazla zamanımız yok, ilk turda bitirelim” mesajı veriyor.

Saray ise kaybettiğini görüyor. Saray rejimi zorda. Yolsuzluk düzeni bir foseptik gibi patladı. Onun için de çok tehlikeli bir oyun sahnede. Paramiliter saldırılar hem seçimi etkilemek hem de gündemi değiştirmek için devreye sokulmuş görünüyor.

Çünkü Seçimi savaş alanı olarak görüyorlar. Çünkü iktidarı yüzde 99 büyük olasılıkla kaybettiklerini görüyorlar. İktidarda kalmaları gerekir. Hem talanın sürmesi hem örtbasların sürmesi için orada kalmaları gerekir. Onun içinde ne kadar yalan dolan varsa sahaya sürülüyor. Ama 21 yıllık AKP iktidarı artık yolsuzluk ve rant düzenini saklayamıyor.

Bu ranttan bu yolsuzluk düzeninden nemalananlar, memleketi soymak üzere milletvekili, bakan, bürokrat olanlar, sabah akşam soygun yapacak proje peşinde koşanlar halka hesap verecek. Çünkü artık toplum, hırsızlıkları deşifre olanların “Vatan elden gidiyor”, “Dış güçler bizi istemiyor”, “Yabancılar darbe yapacak” masallarına inanmıyor. Cin şişeden çıktı. Meydanlar değişimin ve arınmanın habercisi.

Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet düzeni ortaya çıktıkça gündem değiştirme çabası da artıyor. Oysa Sarraf’ın kara para aklama operasyonları, Sezgin Baran Korkmaz’ın en tepe isimlere uzanan rüşvet ve ilişki ağı, Sedat Peker’in gündem yaratan ama üzerine iktidar ve yandaşlarınca toprak dökülen skandallar zinciri, Ali Yeşildağ’ın şu anki cumhurbaşkanı, eski başbakan ve bakanlar ile ilgili itiraf ve iddiaları. Hukuk devletleri iddia nereden gelirse gelsin araştırmak, sorgulamak gerekirse yargı kararı ile toplumu saran şüpheyi aydınlatmak zorundadır.

Türkiye, yürekli savcıların “Ne oluyor?” demesini bekliyor. İçeriden konuşan bu isimlerin işaret ettikleri irin yuvasına neşter atmak savcıların görevi.

Değerli Dostlar; Seçimi kazanmak uğruna neler yapıldığını görüyoruz, yapılan açıklamaları ibretle izliyoruz.
“Vur de vuralım, öl de ölelim” diyen bir avuç zavallıya bir bakan “Onun da sırası gelecek” diyebiliyor. Bir diğeri ‘Kılıçdaroğlu ve ortaklarına ya müebbet ya da bedenlerine birer kurşun’. diyebiliyor. Dün Milli iradeyi ağzından düşürmeyenler bugün milli iradeyi ağzına alamıyor, iktiar değişirse milli iradeye darbe diyebiliyor.

Bu tür faşizan açıklamaları şiddetle kınıyoruz.Bu açıklamalarda, bu açıklamaların peşinden gelen saldırılarda demokrasiye vurulan darbelerdir. Bu talihsiz açıklamaların arkasından Erzurum’da Ekrem İmamoğlu’na taşlı saldırı gerçekleşti. Yeşil Sol Parti’nin Tarsus’ta aracı taşlandı. Trabzon’da CHP milletvekillerine saldırı gerçekleştirildi. İşte bütün bu ırkçı söylemlerin arkasında gerçekleşen saldırıların bunları söyleyenlere ait olduğunu belirtmek isteriz. Bunun sorumlusu sizlersiniz. Bu saatten sonra insanlarımızın ayağına taş değse kılına zarar gelse bütün bunların sorumlusu bu söylemlerdir bunu söyleyenlerdir, söyletenlerdir.

Kaybedeceklerini anladıkça saldırıyorlar ve saldırdıkça kaybedeceklerini ne yazık ki bilmiyorlar. Artık Kürde, alevilere karşı düşmanlıklarını, demokrasiye karşı düşmanlıklarını, emekçiye, kadınlara ve muhalefete karşı düşmanlıklarını hiç gizlemiyorlar. Açık açık söylüyorlar. Televizyon programlarında mitinglerde, meydanlarda söylüyorlar. Onları kendi içlerinde düşmanlıkları ile baş başa bırakıyoruz. Biz Türkiye halklarıyla kendi içimizde Türküyle Kürdüyle, alevisi sünnisi ile tüm halklar ile barış içinde, refah ve huzur içinde yaşamak istiyoruz.

Tarihi seçime sadece 4 gün kaldı. Ve şimdi bizler için KHK lar ile işsizliği, açlığı, ağaç kabuklarını reva görenleri, KHK lı arkadaşlarımıza ölümü reva gören bu tek adam rejimini, 14 Mayıs da tarihin karanlık sayfalarına gönderme gibi bir görevimiz var.

İhraç edilen arkadaşlarımızı yalnız bırakmadık, alanlarda sesimizi çoğaltmaya devam ettik. Kral çıplak dedik ve demeye devam edeceğiz. Şimdi artık değiştirmek için alanlardayız ve değiştireceğiz.

KESK İzmir Şubeler Platformu Dönem Yürütmesi A.
BTS İzmir Şube Başkanı Erdal AKYOL”

İzmir Emek ve Demokrasi güçleri; “Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Denizlerin Mücadelesinde Birleşelim”

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısıyla Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde “Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için Denizlerin yolunda birleşelim” pankartı açılarak Denizler anıldı. Denizlerin ışığıyla faşizme, sermayeye ve tek adam diktatörlüğüne karşı özgür ve demokratik bir ülke için mücadele çağrısı yapıldı. Katılımcılar, “Yusuf Hüseyin Deniz sürüyor sürecek mücadelemiz”, “Faşizme ölüm halka hürriyet”, “Emperyalistler, işbirlikçiler 6.filoyu unutmayın”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm”, sloganları atıldı. Emek ve Demokrasi Güçleri bileşenleri, HDP Milletvekili Murat Çepni ve Yeşil sol parti milletvekili aday adayları da anmaya katıldı.

Emek ve Demokrasi Güçleri adına Gıda Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı İbrahim Uğur Toprak açıklamayı okudu. Açıklama sonrası söz alan Emek Partisi Gençliği de Denizlerden Erdallara emperyalizme ve faşizme karşı emeğin saflarında mücadele ettiklerini açıkladı.

İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri adına okunan açıklama şöyle;

“Bugün 6 Mayıs. Deniz, Yusuf, ve Hüseyin’in elli bir yıl önce idam sehpasına götürüldüğü gün. Tam 51 yıl önce bugün, emperyalizme, eşitsizliklere, ayrımcılığa, sömürüye, kapitalist tahakküme ve savaşa karşı, tam bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi veren 3 devrimci, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’a verilen idam cezası uygulandı. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in mücadeleye atıldığı yıllar, tüm dünyada sol, sosyalist ve devrimci mücadelenin yükseldiği yıllardı ve giderek yükselen devrimci dalgayı, 3 fidan nezdinde yeşeren umudu, yok etmekti amaç. Ancak Denizler, hiçbir koşul altında mücadele kararlılığını kaybetmediler. Cesaretleri, azimleri ve kararlılıkları, sürüklenmeye çalıştığımız şu karanlık günlerde kurtuluşumuza ışık tutuyor. Denizleri anmak, umutsuzluğa kapılmadan, hiçbir koşula baş eğmeden kendi istek ve özlemlerimize sahip çıkmaktan geçiyor.

Mücadele hâlâ 6. Filo’ya secde edenlerle, onları denize dökenler arasında. Mücadele hâlâ sermayenin tahakkümünü sürdürmek için devrimci gençlerin üzerine salınan dinci-gerici ve sivil faşist çetelerle; tam bağımsız, eşit ve özgür bir ülke isteyen devrimciler arasında. Mücadelemiz o gün sermayenin ve darbecilerin safında, devrimcilere saldıran grupların parçası olup bugün ülkeyi daha da koyu bir karanlığa sürükleyen iktidar mensuplarına, onların taşıdığı zihniyete karşıdır.

Bu halk kendisine giydirilmek istenen gerici, faşist gömleği reddederek ülke tarihinin en onurlu, en haklı direnişini, Gezi’yi yaratmıştır, Gezi’nin değerlerinden, ruhundan asla taviz vermeden Gezi’ye yönelik intikam davasına karşı dayanışmasını ortaya koymuştur.

İşsizliğe, yoksulluğa, eşitsizliklere, sömürüye, doğanın ve kamu kaynaklarının yağma ve talanına, ama asıl önemlisi tüm bu sorunları yaratan emperyalist, kapitalist sisteme karşı, yollar yürümekle aşınmaz diyenlere karşı yürüye yürüye başka bir yolu açtı, Denizler, Mahirler, İbrahimler.

Bugün onların bize bıraktığı miras, nitelikli, ücretsiz ve yaygın kamu hizmeti mücadelesinde yaşıyor. Üniversite öğrencilerinin ve eğitim emekçilerinin bilimsel, özerk-demokratik üniversite mücadelesinde; sağlık emekçilerinin halk için sağlık mücadelesinde; ötekileştirilenlerin, kadınların, gençlerin, engellilerin eşitlik, özgürlük ve insanca yaşam, kamu kurumlarımızda işinin ehli liyakatli yöneticilerin olduğu, nitelikli kamusal hizmet mücadelelerinde yaşıyor.

Bugün onların mirası, HES’lere, nükleer santrallere karşı gelecek kuşaklar için verilen mücadelede; kentsel dönüşümle evinden, yurdundan edilmek istenenlerin öfkesinde; yağmalanmak istenen kentlerimize, su havzalarına, ortak yaşam alanlarımıza, yok edilmek istenen ortak belleğimize sahip çıkma mücadelesinde yaşıyor.

Bugün faşizmi ve tek adam diktatörlüğünün inşasını durdurmak, bu ablukayı dağıtmak zorundayız. Türkiye karanlık bir süreçten geçiyor. Karanlık ne kadar yoğunsa, aydınlık da o kadar yakın olacaktır bizim için. 14 Mayıs’ ta 6 Mayıs’ ın 3 fidanların ışığıyla, bu karanlık günleri bitirip daha demokratik, daha özgür ve barışçıl bir ülkede yaşayacağız ve onlara sözümüzü tutacağız; özgürlüklerin, demokrasinin egemen olduğu bir ülkeyi hep birlikte kuracağız!

Üç fidan halkın bağrında, bağımsız ve demokratik bir Türkiye mücadelesinde yaşamaya devam ediyor ve anıları mücadelemize ışık tutuyor.

Üç fidanı; Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i saygıyla anıyoruz.”